sergirehberi.com

 
SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Haftanın Sergileri  •  Güncel Sergiler  •  Gelecek Sergiler  •  Geçmiş Sergiler

Yazı Mı Tura Mı?
Claude 
Closky



16.01.2010 - 06.03.2010



Akbank Sanat Beyoğlu 
 

İstiklal Cad. No: 8
Taksim Beyoğlu İstanbul

212-252 35 00


www.akbanksanat.com






Sergiden Görseller
Basın Bülteni Genel Bilgi


Genel Bilgi




Küratör: Ali Akay

Birbirleriyle ikilikler yaratarak, hem arkalı önlü hem de seçim yapılamaksızın imajların karşılıklı zıtlığı üzerine sıkışmış olan izleyicilerin anlam ve anlamsızlığın ne kadar birbirlerinin içine geçmekte olduğunu anlamaktaki yetersizliklerini sorgulamakta sanki. Ve de, sanatın anlam meselesinin tıpkı bugünün enformasyonunda olduğu gibi gelip geçerken, hız sayesinde, yavaş yavaş anlamını kaybettriecek kadar bizim düşünme ihtimallerimizi basitleştirmekte olduğunu da bize hatırlatmakta. Alımlama kuramı (theoire de reception) içinde Constance Ekolü olarak bilinen ve anlam üretmekte önemli bir yere sahip olan okuyucunun veya izleyicinin eserin bıraktığı boşluklarda yerleşerek, eserin kelimesi kelimesine anlamını ve yan anlamlarını bulmaktaki rolünü, yani, leerstellen nosyonunu bize düşündürmekte.

Ardından akla gelen ikinci mesele yazının ve rakamın arasındaki ilişki içinde yazının ve turanın arasındaki bağlantıda ortaya çıkıyor. Yazı milattan evvel 3300 de Mezaopotamya'da ve hemen sonra Mısır'da ve de İran'da ortaya atıldı. Yazıda bir karakter bir kelimeye karşılık gelmekteydi. Bir hece için de bir karakter vardı. Tek heceli kelimeler grafik bir görüntüyer sahipti ve anlama sahip değildii. Semitik dilleri için ise, bir kelime genel işaretlere sahip değildi, ama tamamlanmamış bir sesli harfe dikkat eden bir harf ile sessiz harfin grafiğinden oluşmaktaydı. Mezopotamya'dan beri yazının yanında matematik ileri giden bir dal olarak rakamları da yazının yanına çekmekteydi. Ve paranın ortaya çıkması yazı ve rakamın beraberliğinde oluştu. Bir tarafı "yazı" diğer tarafı ise işaret olarak Türkçede kulandığımız anlamıyla "tura"ydı. Bu söz konusu para milattan evvel VII. yüzyılda İyonya'da kullanılmaya başlandı. Artık, icatlara göre, özgün ve spesifik bir grafik oluşmuştu. Bu anlamda, para bir bilişsellik (cognitive) aracı olarak kullanıldı. Para ve rakamlar arasındaki ilişki de, Herodot zamanındaki paraların arkasına konulan geometrik işaretlere tekabül etmektedir (tura). Buradan itibaren, yazı dili görünür kılmaya başladı. "Kelimeler ve Şeyler" arasındaki heterojen ilişkiye rağmen, dil aktüel olanın aktüel olmayan hali olarak anlaşılmaya başlandı. O anlamda dil insanların karşısına görünür olmayan şeyleri görünür hale getirirken, şimdiki zaman ve geçmiş zaman ile gelecek zaman arasındaki zamanlamaya da ön ayak olmayı başardı. Kelimeler görünür olmayanı görünür kılmaya başladığında, diyebiliriz ki "kelimeler imaj" olmaya başladı, yani imaj olarak göründüler. Yazı ise, sözden veya dilden daha oynak olarak grafik gücüyle görünmeyeni görünür kıldı. Bu bakımdan sözden ve dilden çok daha fazla araştırma ve yorumlama nesnesi olarak kabul edilmektedir. Burada artık dil bir imaj olarak işlemeye başlamıştır. Claude Closky'nin çalışması ise, dil, grafik işaretler, kelimeler ve rakamlar arasındaki ilişkilerde anlamını aramaya başlıyor. Zamanın büyük Z harfiyle sabitlendiği sırada yazı kendisinin işaretini sabitlemeye başlıyor, ancak bu işaretin sabit olma imkanı kendi kendisinin elinden çıkarak araştırmaya ve metoforize edilemeyen bir yoruma doğru taşınmaya başlıyor. Closky bu anlamda sabitlenemeyecek olan zamanın oyunuyla birlikte imajları zamanın sıkıştırılmış halinde kullanarak hız ve yavaşlık ilişkilerindeki anlaşılırlık ve anlaşılamazlık ilşkisini yassılaştırıyor ve sorunsallaştırıyor. Bir bakıma, Amerikan üniversitelerindeki Visuel Studies'in yaratıclarının ileri sürdüğü gibi imajların dil ile aynı haklara ulaşması (bir imajın söylenen ve görünen arasındaki ilişkide görünürleşmesi) için yapılmakta olunan felsefi ve sanatsal çabayla alakalı bir şekilde imaj kendi kendisini dil ile aynı hiyerarşinin içinde serbestleştiriyor, izleyiciye anlam verme ve anlamdan çıkarma, kodlama ve kodsuzlaşma ilişkisini sunuyor.

Birbirleriyle ilgili ama aynı zamanda alımlama açısından birbirleriyle ilişkisi karşılıklı olarak zıt ve ikili karşıtlıklar üzerine kurulu olan yüzlerce imajın birleşiminde sıkışıp kalan, biz izleyicilerin, güncel hayattaki pasifliğini, düşüncenin yavaş yavaş inmeye, alçalmaya başlamasının nedenleri üzerine, sergi, ip uçları vermeye başlıyor; düşüncenin "démodé" olmaya başladığı dünyamızın imaj ve mesaj çokluğundaki basitleştirme çabasının, aslında, karmaşa içindeki kafalarımızın nasıl ikili karşıtlıklara sabitlendiğine, indirgendiğine belki de, dokunmakta. Claude Closky'nin çalışmalarına baktığımızda kelimelerin birer imaj haline gelmeye başladığı, yazı ve okumanın imajlardan ve seslerden geçmeye başladığı bir çeviri dünyasının teknolojisinin bizim bugünkü hayatımızın enformasyonun sonsuza doğru gerilmiş "televizüel teknolojisiyle" benzerliği sanki ilk akla gelen şey olmakta,. Kelimeler imaj olarak okunmaya başlandığında çocuk dünyasının eğitim modeline geri dönen bir yetiskin dünyasının, Felix Guattari'nin sıklıkla tekrarlaşmış olduğu gibi, çocuklaştırıldığı teknolojinin bedenler üzerindeki etkisinin ikili karşıtlıklara indirgendiğinde nasıl bir işlev göreceği üzerine soruları çoğaltmakta.

Her şeyden önce, burada, Akbank Sanat'ın ikinci katında sıkışıp kalan izleyicinin varlığının üzerine gelişen bir interaktif çalışma, hem fiziki olarak hem de mental olarak bu mevcudiyetin varlığını kaale almakta. Buna göre, ilk anda salona giren izleyicinin karşılıklı iki duvardaki imaj bombardımanının ikili karşıtlıkları üzerinden dünyayı algılamaya başlamasıyla başlayan hareket, daha sonra veya daha evvel, sıra olmaksızın, küçük bir bilgisyarda nerdeyse kamuoyu yoklamaları yapılırmışcasına iki kelime arasındaki tercihler seçilmekteyken aynı hareket tekrarlanmakta. Düşünmek ve iki kelime arasındaki anlam yükünü çözebilmek üzere değil de, anında seçilip, işaretlenerek anlamlar sonrası bir seçim yapma hareketinin bugünkü anlamı, aslında, sosyolojik ve siyasi bir anlam haline gelmeye başlıyor. Dünya Atlasının sonsuza kadar gerilen yuvarlak ve üigenlerinden oluşan ve dijital bir plazma da sergilenen çalışmasında Claude Closky bizi sınırlı dünyamızın içindeki coğrafyada sonsuzcasına gelilen işaretlerin mevcudiyetine doğru taşıyor.

Biz izleyicilerin, biz seçmenlerin, biz takipçilerin, biz pasifleştirlmişlerin, bizi denetlenenlerin, biz isteklerimiz kamuoyu yoklamalarıyla sorulanların, biz hayat deneyimlerimizi seçim ve seçeneklerle doldurulanların ve bu yönde eğitilenlerin, demokrasi adına biz seçim yapmak üzere seçilmişlerin, aslında nasıl ikili karşıtlıklarla (sağ ve sol, erkek ve kadın, beyaz ve siyah, ruh ve beden, akıl ve akılsızlık, rasyonel ve irasyonel, doğal ve suni, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, tatlı ve tatsız, tuzlu ve tuzsuz, cumhuriyetçi ve demokrat, islamcı ve laik, dinci ve tanrıtanımaz, ahlaklı ve ahlaksız vb.) basitleştitilerek işletildiğinin oyunsal bir örneği karşımıza çıkmakta: İkili karşıtlıkların diyalektiğinden bizi ne liberaller, ne devletçiler; ne dinciler ne de laikler uzaklaştırabilmekte. Buradaki seçim ve seçimsizlik (No Choice !) aslında seçim olmanın yanı sıra seçimsizliğin dünyadaki demokrasilerin işleyişinin bir parçası haline geldiğini bize hatırlatmıyor mu? Birçok ülkedeki demokrasi adı verilen çoğunluğun üzerine kurulu olan seçim sistemlerinin ikili karşıtlıklarla çözülmekte olduğunun tarihini bize vermiyor mu? Seçimlerde iki turlu seçim sistemlerinde hep son tura kalan ikili arasında yapılabilecek seçimin demokrasi göstergesi olarak demokrasinin basitleştirici mental ve fiziki gücünün zayıflığını bize anımsattığında, bizim seçimsiz kaldığımızın bir göstergesi olarak karşımıza çıkmıyor mu?

Felsefe tarihinde Sokrates ve Kallikles arasındaki Platonik diyaloglarda filozofun iki seçim arasından birini seçen kişi oldugu vurgulanmaktadır. Alain Badiou'nun yaptığı yorumu izlediğimizde iki filozof arasındaki seçim biri hakkında olumlu karar vermekten geçmektedir. Badiou'ya göre felsefe bir "seçim ve karar verme" mekanizmasıdır. İkinci örneğinde Badiou Arşimedi merak eden general Marcellus'un askerinin, bilginin onu dinlememesi ve bu nedenle de hayatını kaybetmesinin hikayesini anlatırkan yine iktidarın şiddet ve bilimin ise bir zorlama olmaksızın zamana bırakılan bir araştırma olduğunun altını çizer. Bugün seçim ve karar verme yetimizi ne kadar kullanabiliyoruz? Sanatçı veya düşünür günümüz dünyasında zamana ne kadar bağlı bir şekilde tıpkı emeğini satan bir proleter gibi egemenlik altında sıkıştırıldığını, piyasa kuralları ve zaman arasındaki ilişkide nasıl zaman karşısında çalışıp, ona boyun eğildiğinin örneklerini yaşamaktayız. Piyasaya boyun eğmek sadece yapılan sanatın ısmarlanmasından değil, aynı zamanda "özgür sanatın" yetiştirilmesi gereken bir meta olduğunu da bize hatırlatmakta. Badiou'ya göre iktidarın şiddetinin aman ölçüsüyle sanatçının veya bilim adamının buluşunun veya yaratısının zaman ölçüsü arasında uygunluğun mevcut olmadığını bize göstermektedir. Yani felsefe ve sanat veya bilimlerde iktidar ve eyleme biçimleri arasında bir "mesafenin" varlığı ilginç bir şekilde sorunsallaştırılmaktadır. Ve bu iki olay için bir uygunluk olmadığı gibi aynı zamanda bir ilşkinin ilişkisizliği de mevcuttur. Bir kırılma vardır. Her ne kadar burada Badiou olay felsefesini bir istisna olarak sunmuş olsa da olay ve mikro-olaylar (Deleuze-Guattari) aslında en sıradan şeyler arasındaki zamansal mesafeden de geçmekte değil midir? "Felsefe var olanın değil de var olmayanın düşünülmnesidir" diye yazan Badiou'yu nereye kadar idealist bir felsefe yapmıyor diye izleyebileceğiz? Claude Clsoky'nin "No choice" adlı çalışması ise bize bu ikili imaj dünyası arasındaki mesafede duran insanın karar verme mekanizması hakkında da düşünmeye itmiyor mu? Bu bir kırılma anı değil midir: Seçeneksizlik.

Giriş katında ise; alt ve üst arasındaki ikili ilişki tekrar edilmekte: Yazı mı Tura mı? sorusu serginin ana sorusu olarak durmakta. Uzun bir beyaz masada binlerce siyah beyaz imaj arkalı önlü bir şekilde bize sunulmakta. Her bir imaj boyutundan yassılaştırılarak tekrar edilmiş ve binlerce bu yassı imaj bize "yassı bir dünyayı vermekte". Bir bakıma resim tarihindeki üç boyutlu yanılsamanın aslında zaten, burada, iki buyutlu oladuğunu vurgulamakta ve yeniden hatırlatmakta. Uzaktan bakılan coğrafyamızdaki nesnelerden çok coğrafi ve mimari yapıların tam karşıtını bulan ve dünyayı yassı bir tepsiye çeviren bakış, mesela, Akbank Sanat'ın mimari ve coğrafi mekanının sanki bir pores malinasıyla ezilip yassılaştırıldığında, burasının dünyadaki tersinin tekabülünün deniz, ama Marmara Denizi değil de, Pasifik Okyanusu olduğunu, şaşırtarak, gösteriyor. Eğer dünya yuvarlak değil de eski Yunanlıların öngörmüş olduğu şekilde bir "yassı tepsi" olduğuna inanmış olsaydık hala, o zaman o bilim dünyasının bize gösterecegi gibi, aynı küreselleşen dünyanın bugün bize yakınlaştırdığı yerlerdeki gibi, yassı dünyadaki birbirinden iki uzak yerin nasıl alta alta veya üstüsüte geldiğini görecek ve çok şaşıracağız. İstanbul, Beyoğlu, İstiklal Caddesi'nin altının da dünyayı yassılaştırdığımızda Pasifik Okyanusu'nun bir parçası olduğunu görüp, herhalde dehşete kapılacağızdır. Closky'nin "Yassı Dünyası" bize bu şaşırtcı oyunla baş başa bırakıyor.

İzleyici yine hareketin içinde bir aktör olarak duruyor: "Lector in fabula" Umberto Eco bu kitap başlığının 'Lupus in Fabula' (Kurtdan Bahsedildiğinde) ifadesinden geldiğini açıklamaktaydı. Neredeyse her masalda mevcut bir kurt hikayesi gibi, her metinde mevcut olan bir okuyucu. Kendisinden söz edilirken o kişinin oraya gelmesiyle ilgili olarak Türkçedeki: "İyi insan lafı üzerine gelir" lafıyla bir benzerlik taşımaktadır. "Yazı mı Tura mı?" sorusunun bir karşılığı da "İyi insan lafı üzerine gelir" olmaya başlıyor. İnsandan bahsedilirken masanın üzerinde duran arkalı önlü imajları çevirip arkasına bakacak ve imaj gibi dünyanın da yamyassı oldugunu görecek kişi de, işte, bu "iyi insan" olacak.

Paris'te Marcel Duchamp ödülüne layık görülen Claude Closky, sessizce durarak bize bazı ip uçları vermekte; bunlardan bazıları sanat tarihinin yakın zamanına ait, bazıları enformasyon ve haberler dünyasına ait, bazıları gündelik yaşamın tüketim toplumunun markalarına ait, bazıları, kelimeler arasındaki imajlarıdaki ve seslerdeki yankılara ve yakınlıklara ait, ama onun seriler üreten bir sanatçı olduğunu söyleyebililiriz. Kimi zaman kelimesi kelimesine (literalman) işleyen dil, kimi zaman da izleyiciye yeni anlamlar üretme imkanları tanıyor; öyle ki, bazen söylene söylene yerleşen kelimelerin, cümlelerin ve önermelerin birden bire nasıl bir sözce haline dönüştüğünü gördüğümüzde, anlamların nasıl inşa edilen şeyler olduğu hakkında da bazı ip uçları buluyoruz. Foucault'nun "Bilginin Arkeolojisi"(1969) adlı kitabında "Fransız daktilo makinasının tuşlarındaki "a,z,e,r,t" bile bir sözcedir" diye yazdığında, dilbilgisinin, dil yetisinin, miili veya yerel dilin nasıl, kurulan bir mantıkla, inşa edildiğini bize gösterdiği gibi, ikili karşıtlıkların da sosyal alanda inşa edilen sözcelerden geçerek denetimi kolaylaştırdığının üzerine parmak basmakta. Sanatsal sözcelerin bu üstü kapalı sosyal vaziyeti görünür kıldığında nasıl bir işlem sürecini başlattığını da anlayabiliriz. Bir önermenin bir kelimenin, bir cümlenin heterojen birliğinden oluşan sözce, söylemsel olsun veya söylemsel olmasın birlikte işlemekteler.

Claude Closky'nin imaj ve kelime dünyası yazının, sözün, sesin, görselliğin dünyasını yanyana gösterirken aynı zamanda sanki bunlar arasındaki ayrımların güncel yaşam dünyasının teknolojisinde ortadan kalkmaya başladığını da bize hatırlatmakta. Basitleşirmelerin ne kadar kompleks bir starteji içinde yapılmakta ve kurulmakta olduğunu da bize dokundurarak hissettiriyor. O zaman, kelimeler imaj oldugunda (when the words becomes images) söz konusu imaj dünyasının iletişim teknolojisinin içindeki bir "beden teknolojisinden" bahsetmekteyiz demektir.






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi