sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Gültekin Çizgen






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Metinler    Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay    Özgeçmiş   


40 Yıla Bakış - Nevzat Çakır, Osmanbey - İstanbul / 8 Eylül 1997

40 Yıla Bakış

Nevzat Çakır, Osmanbey - İstanbul / 8 Eylül 1997

Hacı Emin Efendi Sokağı'nı bulmak fazla zamanımı almıştı. Murat apartmanı önünde durduğumda avurtları çökük, zayıf, siyah yelekli adama "Yeni Fotoğraf" dergisini sordum. Gözlerindeki umursamaz yorgunluğu değiştirmeden acelesiz, tek sözcükle cevapladı: "Aşağıda"

Ağır giriş kapısını yüklenerek açtım. Apartmanın otomatik ışığı aşağı katta çalışmıyordu. Basamakların bittiğini farkedip ayaklarımı dikkatlice sürürken parmak uçlarımla da karanlığı yokluyordum. İleride beliren ışıktan bu dar koridorun sola saptığını anlayıp hızlandım.

Cılız bir ampulün aydınlattığı siyah boyalı kapının üzerindeki GÜLTEKİN ÇİZGEN tabelasını YENİ FOTOĞRAF'ınkinden önce gördüm. Mat siyah boyalı kapının önünde bir an durdum.

İnsan yaşamını değiştiren karşılaşmalar vardır. İşte böyle bir anı yaşadığımdan o kadar emindim ki. Ama yürek çarpıntımın bu yüzden mi yoksa yorgunluktan mı kaynaklandığını kestiremiyordum.

Uzun bir bekleyişten sonra zile kısa kısa dokundum. Her dokunuşta çınlayan çıplak zil sesinin içeride yankılandığını duyuyordum. Kapı mekanik bir ses çıkararak açıldı. İçeri girdiğimde bahçeyi gören pencerenin önündeki masaya eğilmiş duran iki kişi soran gözlerle bana bakıyorlardı.

Bahçeye açılan bu pencereden giren sabah ışığı her yeri göz kamaştıran bir aydınlıkta yıkamaktaydı. Işık bu denli güçlü değildi de, karanlık koridora alışan gözlerim mi aldatıyor beni kestiremiyordum.

Kendimi toparlayıp birşeyler söylemeye hazırlanıyordum ki, hemen sağımdan o ana kadar farkedemediğim kapıdan sonradan can dostlarımdan biri olan Zafer Tekin çıkıverdi.

Gültekin Bey'i sorduğumda masanın başında bana bakan iki kişiden Özdemir Erdoğan'a kardeşi kadar benzeyenini göstermişti.

Yıl 1977 sonbaharı. Aradan tam yirmi yıl geçmiş.

Yirmi yıl, dile kolay…

Bu yirmi yıl boyunca çok etkilendiğim, çok şey öğrendiğim, sevdiğim, kızdığım ama en önemlisi çok yakın dost olduğum sevgili Gültekin'in gerçek biyografisini yazabilmek için daha gerilere, geçmişine gitmeliyiz. İşte o zaman da bu yazının yalnız bir fotoğraf adamının biyografisi değil, Türk fotoğrafının önemli başlıklarla özetlenmesi olduğunu göreceksiniz.

Bir panelde Türk fotoğrafının "İlk"leri üzerinde durmaya karar vermiştim. Yaptığım araştırma beni şaşkınlık içinde bırakmıştı. Gültekin Çizgen'i çok yakından tanıyor, fotoğraftaki başarılarını biliyordum. Ayrıca Türk fotoğrafına olan katkılarının da yabancısı değildim. Ama o kadar çok "ilk"e imza attığını inanın o ana kadar, tam anlamıyla farkedememiştim.

Fotoğraf dünyamızın önde gelen bir çoğu sanatsal yaşamlarını bireysel etkinlikleriyle sürdürüyorlardı. Toplumsal etkinliklere de onlardan istendiği zaman ve bireysel etkinliklerden fırsat buldukları zaman katılıyorlardı.

Ama Gültekin Çizgen'e baktığımızda bunun tam tersini görüyorduk. O ülke fotoğrafında tek başına bir yayıncı, bir dernek, bir kurum ve "yönlendirici lider" olarak sayısız kereler gözükmekteydi.

Elbette onun da bir "ilk"i vardı. İlk kez fotoğraf çekmeye ne zaman karar vermişti?

Elimde Varlık Yayınevi'nin 1992'de yayınladığı "FOTOĞRAF VE YAŞAM YOKUŞUNDA İLK 50 YIL" kitabı var. Sanat adamlarımızın günce yazmayı pek sevmedikleri günümüzde, hele dünyamız için bile yeni olan fotoğraf sanatında günce yazmaya soyunan, üstelik bunu bastıran başkasının olmaması Sayın Çizgen'in bir "ilk"ini daha oluşturuyordu.

Sayfa 25, "ETKİLER" bölümünün ikinci paragrafı:

"Günlerden bir gün, kız okulundaki konferans salonuna toplandık. Herr Kasper çıktı. (Bu zat sonradan Avusturya Kültür Ofisi'nde de Kültür Ataşesi olarak uzun yıllar çalışmış iki ülke kültürlerinin birbirlerini tanımalarına değerli katkılarda bulunmuştu) daha önceden hiç görmediğimiz Avusturyalı genci tanıttı. Adam dünyayı geziyormuş yolculuklarında çektiği fotoğrafları bize göstermek istemiş. Salon karardı, bugün ismini dahi bilmediğim o kişinin projeksiyon perdesine renkli diaları düşmeye başladı. Dünyam değişmişti, içim aydınlanmıştı. Salonun ışıkları tekrar yandığında, dünyada artık benim için fotoğraftan başka yapılabilecek başka meslek, başka iş kalmamıştı."

Sayın Çizgen'in bizleri şaşırtan her toplumsal etkinliğini izlerken "acaba" diye düşünürüm, bütün bu özveriyi o adını bile bilmediği gezgin Avusturyalı fotoğrafçıya şükran borcunu ödemek için mi gösteriyor?

1993-1994 sezonunda İFSAK'ın Tünel'deki yerinde başta Ara Güler ve Gültekin Çizgen olmak üzere onu geçkin Türk fotoğrafçısıyla yaptığım Biyografik Söyleşi'lerde herkese sorduğum sorulardan biriydi bu. Sonuçta nasıl başladığını hiç hatırlamayanlara tutun birçok uygun öykü çıktı ortaya. Ama hiçbiri başladığı anı Sayın Çizgen kadar kesin ve kesin çizememişti.

Sanat dünyası onu ilk kez biçimsel öğelerin oluşturduğu lekelerle güncel konuları sırtladığı , kontrast siyah beyaz fotoğraflarıyla tanıdı. Gene o yıllarda altın çağını yaşayan tiyatronun fuayelerinde herkesi şaşırtan, imrendiren sanatı portreleri de onun imzasını taşıyordu. Büyük boy siyah - beyaz pano basımından, ilk kez konulu fotoğraf sergisine kadar uzanan bu yoğun çalışma sonucu Gültekin'in sanat dünyasında hızla yerini alıp sağlamlaştırdığını görüyoruz.

1958 yılında fotoğrafla tanışan Gültekin Çizgen, Anadolu'ya ilk fotoğraf çekmeye 1962 Ağustos'unda çıkabildi.

Anı kitabının 57. sayfasına "BİR BASIN OLAYI" başlıklı bölümü;

"27 Mayıs 1960; Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk askeri darbesi yapılmış, ülke, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel beklentilerin kapısında eşeleniyordu. Yerli toplu iğne yapıldığında sanki ülkede bir sanayi devrimi yapılmışçasına basında yankı bulmuştu. İşte ben bu ortamda bağımsız olarak bir fotoğraf mesleğini sürdürmeyi, götürmeyi düşünüyordum."

Dediğini yaptı da; gene bir "ilk"e imza atarak türünü, cinsini, biçimini kendinin belirlediği, o güne kadar ülkede benzeri olmayan bir profesyonel fotoğrafçı tipi yaratarak arkasından gelen bir avuç fotoğraf gönüldaşına örnek oldu.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi o güne kadar benzeri çıkarılmamış, fotoğraf sanatına yön verecek içerikte bir fotoğraf dergisini 45 sayı yayınlama ve onu üç yıl gibi bir süre hiç destek almadan 2 fotoğraf yıllığıyla birlikte çıkarma başarısı gösterdi.

Olaya bugün bile baktığımızda ülkemizde görevi üstlenmesi gereken birçok kurum, kuruluş ve kişi varken bunu Gültekin Çizgen'in başarması akıl alacak gibi gözükmemektedir.

Gültekin Çizgen'in sıralarken bile insanı şaşırtan etkinliklerinden (sence en önemlisi hangisi?) diye soracak olsanız hiç düşünmeden "Kuşaklar" sergileri ve bunun ışığında oluşturduğu ve (yanılmıyorsam) ancak iki yıl süren "Yılın On Fotoğrafı" etkinliği derim. Benim de onurlandığım; fotoğraf yaşamımın kilometre taşlarından en önemlisini oluşturan böyle bir etkinliği yaşamı boyunca bir kez bile gerçekleştiren bir olumlu, başka ülkelerde olsa göklere çıkarılırdı. Oysa ülkemizin Gültekin Çizgen'e ve fotoğrafına verdiği değer ortada.

Bu çarpıklığı ve Gültekin Çizgen'in yaptıklarını daha iyi anlayabilmek için fotoğrafın yeryüzündeki serüvenine şöyle bir göz atmamız gereklidir inanın.

1800'lü yılların ortalarında bulunan fotoğraf once benzeştiği resim sanatının sırtından zanaat angaryasını kaldırdı. Bir ressamın günlerce uğraşarak yapabildiği portreyi bir iki saniyede oluşturuvermesi ona olan ilginin çığ gibi büyümesini sağladı.

İlk çelişki ve farklılık burada başlıyor; ülkemizde dini inançlara ters düştüğü için resim sanatı gelişmemiş, toplumdaki gerçek işlevine soyunmamışken imparatorluk sınırlarını, ülkemizde dünyada gördüğü iginin aynısını görmüştü. Üstelik o yıllarda üretilen fotoğrafların kalitesi de batıdakilerden hiç de aşağı kalmıyordu.

Ne olmuştu da resmi dinen yasaklayan, Osmanlı toplumu, herşeyi hatta inançlarını bile unutmuş görünerek fotoğrafa kucak açmıştı.

Bu, sanat tarihçilerinin üzerinde durmaları ve mutlak çözmeleri gereken bir sorudur bence. Çünkü sanat dallarının kural ve kuramlarının bir türlü rayına oturmadığı ülkemizde, gencecik bir sanat dalı olan fotoğraf sanatının sağlıklı gelişiminden nasıl söz edebiliriz?

Önceleri batıda da fotoğrafın sanatsal boyutundan söz edilmiyordu. Ama zanaat işlevi yerleşip, kurumlaşmaya başladığında, kaygılarını fotoğrafla anlatmak isteyen fotoğrafçıların ortaya çıkması gecikmedi.

Çünkü, bu ülkelerde toplum, sanat kurumları ve kavramlarıyla yıllardır sanatsal alyapıyı oluşturmuşlardı.

İşte bu yüzden daha yüzyılın başında fotoğraf sanatından söz etmenin dışında etkinlikler, yarışmalar, sergiler başlamıştı bile.

Hele iki büyük savaş geçiren Avrupa, fotoğrafın belge boyutunun sanatsal yönünü de keşfedip bunu gergef işler gibi işleyince, fotoğrafın "Yüzyıl Sanatı" ünvanını kazanması hiç de zor olmadı. 1950 yıllarına gelindiğinde başta Amerika olmak üzere sanayi devrimlerini tamamlamış ülkelerde fotoğraf görkemli alt yapısıyla, albümlerden sergilere, fotoğraf satılan müzayedelerinden maddi destek veren kuruluşlarına kadar herşeyiyle yerli yerine oturmuş, diğer anlamda kurumlaşmıştı.

Ülkemizde ise; fotoğrafın ilk yıllarında fotoğraf zanaatı imparatorluk sınırlarını hızla geçmiş, batıdaki zanaatkarların fotoğraflarından aşağı kalmayan sonuçlar sergilenmişse de, herşey orada kalmıştı.

Üzerinde uzun uzun konuşulması gereken nedenlerden fotoğraf sanatı da diğer sanat dalları gibi ülke sorunları içinde eriyip gitmiş, çağdaş endüstre ürünü olmasından da kaynaklanan teknoloji gereksinimi nedeniyle de büsbütün ticari sınırlar içinde hapsolup kalmıştı.

Çanakkale Savaşı'nın, Kurtuluş Savaşı'nın ve birçok önemli toplumsal olayın belgelenmesi nitelik taşıyan özgün fotoğraflarının olmaması ibret vericidir.

Şinasi Barutçu (o da bu işi Almanya'da eğitimdeyken öğrenmişti), Hikmet Koyunoğlu gibi üç beş idealist amatör dışında fotoğrafın sanatsal kaygısını anlatan kareler taa….1950 yıllarına kadar çekilemiyecekti.

Basının fotoğraf kullanmaya başlamasından sonra ortaya çıkan, Ara Güler'in başı çektiği bir avuç gazette fotoğrafçısının fotoğrafları nasıl "ilk"se; renkli fotoğrafı tifdruk tekniğiyle uluslararası kalitede basarak birçok fotoğrafçının gelişip verim vermesini sağlayan, Hayat Dergisi de ilktir.

Sözün kısası; ülkemizin, fotoğrafın sanatsal serüvenine batıdan en az elli yıl sonra başladığını görürsek, kafamızdaki birçok soruların üzerinde bulutların, birden dağılıverdiğini görürüz.

Bu gerekli açıklamadan sonra geldiğimiz altmışlı yıllarda fotoğarf sanatının gerçek temsilcileri arasında Gültekin Çizgen hemen dikkati çeker.

Daha o yıllarda birçok "ilk"e imza attığını görüyoruz. Örneğin; sanatsal kaygı taşıyan çağdaş fotoğrafın ilk profesyoneli odur. İlk sanatsal fotoğraf grubunun (Grup 6) içinde gene Gültekin Çizgen vardır. İlk konulu çalışmaların örnek sergilerinin altındaki imza da onundur. Hatta ilk deneysel fotoğraf üretip, sergisini açan kişidir dersek hiç de yalan söylemiş olmayız.

Gene Çizgen'in "BİR FOTOĞRAFÇININ ANILARI" kitabına dönüyorum; sayfa 17, İFSAK başlıklı bölümün sonu: "Şinası Barutça yaşlı, ancak dinamik bir kişiydi. Benim Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtığım ilk konulu ve kişisel sergime gelmiş, (Bir Dünya - 1962) ilk ve son kez sergime koyduğum izlenim defterine: "Sel gider kum kalır, bakalım bu heyecanlı delikanlıdan ne kalacak?" diye imzalı bir not düşmüştü."

Ne çok soru çıkar şu kısacık paragraftan değil mi? Ama biz öyle yapmayıp yolumuza devam edeceğiz. Gene de 1977 yılına kadar geçen evre Gültekin Çizgen'in "kar toplama" dönemidir bence. Bu yıla kadar arada bir yazdığı, orada burada konuşarak aktardığı kuramsal düşüncelerini, çıkardığı Yeni Fotoğraf Dergisiyle disiplin altına alıyor; böylece fotoğraf sanatının kuramsal boyutuna da el atmış oluyordu.

Evet, gene aynı kesinlikle söyleyebiliriz; fotoğrafın hem yapısal hem de kuramsal kavgasında aynı güçte savaş veren ilk fotoğarfçı Gültekin Çizgen'dir. Yıllarca fotoğrafın öğreti boyutunda yazdığı kitapların dışında başta Sanat Olayı, Hürriyet - Gösteri olmak üzere birçok dergi ve gazetede teorik ve kuramsal fotoğraf yazıları yayınlanmış, bunları birkaç kitapta toplayarak fotoğrafın bu yönünde de gene bir ilke imza atmıştır.

"AMATÖR VE PROFESYONEL FOTOĞRAF", "DENEYSEL FOTOĞRAF VE BELGESEL FOTOĞRAF", "SANATSAL KİMLİK" konuları üzerinde birçok kişiye karşı tek başına sürdürdüğü yazışma ve yayınlanan tartışma niteliğindeki yüzlerce yazı, herşeyden önce onun fotoğrafa olan sevgisinin ve sadakatinin göstergesidir.

Görüntüyü koruyan anlık, görsel izlenimlerin temellendirdiği "doğrudan fotoğraf" ekolünde çalışmaları sürdüren Çizgen'in temel konuları "doğa ve insan"dır. Derinliği olan bir fotoğraf duyusuyla oluşturduğu fotoğraflarında yaratılan atmosfer, belirgin bir tavır olarak ortaya çıkar. Çizgen, sanat oluşumunun temelde gelişme kavramıyla eşgüdümlülüğünü vurgulamaktadır. Ulusal duyuşun, kültürel bakışın tüm sanatların temel taşı olduğuna inanır. Bu bağlamdaki yazıları yıllar boyu Türk fotoğrafının doktrin ve tavrı üzerine etkili olmuş, pekçok canlı tartışma başlatmıştır.

Çizgen, ayrıca ülkenin fotoğraf ortamının oluşmasına, genç kuşakların fotoğrafın sanat ve meslek uygulaması alanında çağdaş bilince ulaşmasında, fotoğrafın Türkiye'de ciddi bir sanat biçimi olarak kabulünde öncü katkıları olmuştur.

Çizgen'in bir yaşam biçim haline getirdiği fotoğraf onun tek hedef anlayışıyla ve yeteneğiyle ülkemizdeki gelişim sürecini hızlandırmıştır.

Elimde gene bir "ilk"i tutuyorum. Bu bir kitap Gültekin'in onlarca kitabından biri; bir anı kitabı; bir fotoğrafçının anıları. Ülkemizde ilk kez, yaşam biçimi olarak fotoğrafı seçen ve bu uğurda yaşamının beştedördünü yani kırk yılını harcayan bir misyonerin Varlık Yayınları tarafından 1992 yılında yayınlanan "FOTOĞRAF VE YAŞAM YOKUŞUNDA İLK 50" adlı kitabının önsözüne bakın nasıl başlıyor Sayın Gültekin Çizgen.

"Cumhuriyet Türkiyesi'nin köklü değişim ve gelişim döneminin 1950'ler sonrasında başladığına inananlardanım. 1940 doğumluyum. Okul dönemim ellili yılları kapsar.

Fotoğrafa ilgim ise 1958'de başladı. Meslek uygulamaları dışında sanat anlatımında konu olarak fotoğrafıma Anadolu insanını ve doğasını seçtim. Bu bana, ülkemde yaşanan büyük değişimi izleme fırsatını verdi.

Sanat ülkemizde bir çevre işidir. Kişiliğimin dökümü ve yaşama biçimim bana yine pek çok insanla beraber olma fırsatını kazandırdı. Yalnız ülkemin değil bazı yabancı sanat kadrolarını da yakından tanımam böylece mümkün oldu.

Oldum bittim kağıdı kalemi severim. Yaşadıklarını bir sistem halinde not etme alışkanlığım uzun yıllardan bu yana vardır. Günün birinde de kafamda ve kalbimde sapasağlam duran bu anılar yumağının bir bölümünün bazı çevreler için de ilginç ve öğretici olabileceğini düşündüm.

Bu düşünceler bu kitabı doğurdu.

Yaşamımda "ilk 50" ilginç bir dönemdi. Umarım bu "Türkiye Sergisi"ni sizlerde ilginç bulursunuz. Bu kitap, zaman içerisinde ülkemizin çeşitli kuşaklarının yaşam tecrübelerinin yeni kuşaklara aktarıl-mamışlığından doğan korkunç boşluğun, kültür planında hiçbir birikime sahiplenmemenin, bu kötü sosyal alışkanlığımızın yenilenmesi arzusuna, sadece alçakgönüllü bir katılımdır.

Fotoğraf sanat ve meslek tarihimize ışık tutarak, bir devrin sosyal ve kültürel belgelenmesine, yaşadığım olaylarla yaklaşım sağlamak istedim. Tüm bunlar yalnız benim yaşanmış anılarım değil, olaylar karşısında tavrım, öznel tespitlerim ve samimi fikirlerimdir. Hedefim; daima anımsanacak hoş bir seda, bir sanatsal miras bırakmaktır." - Gültekin Çizgen - Bodrum, 1992

Önemli, önemli olduğu kadar da ibret verici bi anıları her okuyuşumda başka duygular içinde buluyorum kendimi. Aşağı yukarı yirmibeş yılını da benim yaşadığım bu serüveni her okuyuşta değişmeyen tek duygu Sayın Çizgen'in yazmakla ne önemli ve gerekli bir yaptığı duygusuydu.

Sayın Çizgen'i kozasını örmeyi bitirip, olgunlaşarak verim vermeye başladığı günlerde tanımıştım.

Ne istedimse hiç çekinmeden, istekle ve bonkörce verdi. Yalnız bana değil her isteyene gönlü, işi ve evi her zaman açıktı. "Gültekin Bey'e gittim benimle ilgilenmedi" diyen bir kişinin bile olduğuna inanmıyorum. Onun için göstermek, öğretmek, yardım etmek fotoğrafa ve fotoğraf sanatına ibadetti.

"Yaşamı Fotoğraftır." desem zannedersiniz ki fotoğrafa çok zaman ayırdığını gördüğüm için yazıyorum. Gültekin'in fotoğrafa zaman ayırdığını hiç görmedim. Çünkü onun bütün zamanı fotoğraftır. O fotoğraf için kazandı. Fotoğraf için gezdi. Fotoğraf için çalıştı. Fotoğraf için uyudu. Fotoğğraf için vardı çünkü.

Yaşamını rahatlatmak, geçim sorunun çözmek için soyunduğu iş bile fotoğrafın mesleki uygulanış biçimi olan "MULTİVİZYON"du. Şimdi de aynı hızla "DİGİTAL FOTOĞRAF"ın çağdaş sorunlarıyla boğuşmakta.

Gene aynı kitabın 218: sayfasında benden söz ettiği "NEVZAT" bölümünü şöyle bitiriyor Sayın Çizgen:

"Nevzat'la tanığı olmayan konuşmalarımızı çok severim. Beni herkesin arasında hırpalamaktan zevk alan Nevzat, o konuşmalarda belki de beni hiç kimsenin göremediği kadar başka değişik açılardan fotoğraf serüveninin içerisinde görür."

Dostlarını bile zaman zaman kızdıracak kadar fotoğrafik inançlarına sahip çıkmasının ve ödün vermemesinin temelinde yatan nedeni onu iyice tanıdığımda anladım. Herşeyi fotograf olan biri, sahip olduğu tek varlığa sahiplenemez de ne yapar ki?

Sayfa 57'de "THE END" bölümünde de Amatör Türk Fotoğrafı'nın duayeni Baha Gelenbevi'nin bulunduğu Türkiye'nin lik fotoğraf grubunun dağılışından söz eder.

"Çoğunluk fotoğrafı kendilerine yaşam biçimi olarak seçmeyen kişilerdi. İlk isyan Taçay Erdemsel'den çıktı. Baha hoca sonunda tüm çalışmaları biraz da kendine mal ederek sergiledi. Öfkelenip Yelken Dergisi'nde kendisine karşı bir yazı döşendim. Gençliğin hamlığı vardı. Ayıp etmiştim. Ama Baha hoca hiç tepki göstermedi, belaya girmedi. Tam bir Osmanlı beyefendiliği ile hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Yıllar sonra bir sohbette tekrar özür diler oldum, eliyle boşver işareti yaparken "Daha gençtin" demişti:"

İşte Gültekin Çizgen,

O Türk fotoğrafını her yönüyle, her biçimiyle sarsan, yapan, bir yerlerden alıp bir yerlere tek başına götüren günahıyla, sevabıyla bir insan.

Benim amatör olmam, onun da herşeyiyle profesyonel olması ve yirmibeş yıl aynı kulvarda koşmamızdan ötürü kader birçok kereler bizi karşı karşıya getirdi.

Bana ters gelen her yazısını okuduktan, her davranışını gördükten sonra oturur sayfalar dolusu cevap yazardım. Yayınlanması için bir yerlere vermek istediğimde ise bir el beni tutup kulağıma "Sonradan pişman olacağın birşey yapma" diye fısıldardı. Şimdi o sesi dinlediğime o kadar seviniyorum ki.

Varlık Yayınları'nda 1992'de yayınlanan "FOTOĞRAF VE YAŞAM YOKUŞUNDA İLK 50, GÜLTEKİN ÇİZGEN BİR FOTOĞRAFÇININ ANILARI"nı mutlaka okuyunuz.

Bir dilek öyle üstünkörü bir dilek değil inanın kendinizi aydın sayıyorsanız, ülkenizi, sanatı, fotoğrafı seviiyorsanız mutlaka okumalısınız diye sık sık tekrarlıyorum.

Sayfa 253 "İK ELLİ"

İlk elide ben, Galata Köprüsü'ndeki değil ama , Moda'daki deniz hamamlarına yetiştim. Haliç'ten denize girildiğine, Boğaz'dan uskumru akınına şahidim. Etin kilosu 2 Türk Lirası ve bugün olmayan 50 kuruş vererek aldığıım hatırlıyorum.

Evlerde tel dolabı vardı ve ev kadınları Kurban Bayram'larında henüz bumbar yapmasını bilirlerdi.

Neyzen Tevfik'i uzaktan gördüm. Boğaz Köprüsünün altından Cesna uçakla geçtim. Alman Markı 0.53 kuruştu. Doların 2 TL'si 80 kuruş olduğu dönemlerde bu fiyata ithal edilmiş kitaplar aldım. Torba'da ev yaptım.

İzmit'te pişmaniye yedim. Sakarya'nın ağzındaki takaları çektim. Edirne'nin Selimiye Camii'ni ne kadar sevdim. Tekirdağ'da fotoğraf sergisi açtım. Geçilmez Çanakkale'den gemiyle geçtim. Kırklareli'nin kemerleri altında dolaştım.

Zonguldak'ta işçileri çektim. Sinop'un iki limanından Karadeniz'e girdim. Samsun'da Bafra'nın kaçak tütününü içtim. Giresun'un daha hiç bozulmamış siiluetini çektim. Ordu'nun yaylalarında gezdim. Trabzon'da Emmi'yle istavrit irisi yedim. Rize'nin çay bahçelerinde fotoğraf çektim. Artvin'de Sarp'a Rus hududuna kadar gittim. Kars'ta yemek için iyi kaşar bulamadım. Agrı'da Ağrı Dağı'na karşı nargile tüttürdüm. Van gölüne girdim. Bitlis'te sarı tütün içtim. Hakkari'nin Testere dağlarında gezdim. Siirt'te footoğrafını çektiğim çocuğu hiç unutamıyorum. Urfa'da Keçeciler Hamamı'nı çektim. Gaziantep'te Kale ailesinin misafiri oldum. Kahramanmaraş Kapı Çarşısı'ndan da çok şeyler çektim. Antalya'da şelaleler benim zamanımda daha da gür akardı. Erzincan'da Girvelek Şelalesi'ne Ergin Kolbek'le gitmiştim. Erzurum'da zemheri ayazını yedik. Tokat'ta Yazmacılar Hanı'na hayran kaldım. Yozgat'ın ayyıldızlı kapılarının fotoğrafları bendedir. Elazığ'da Keban'ın fotoğraflarını çekerken asker amca bana kızdı. Kayseri'de ehliyetimi kaybettim. Konya'da Mevlana'yı çektim. Nevşehir'de Peri Bacaları beni peri gibi çarptı. Eski Malatya'da caminin kubbesi güzeldir. Niğde'nin Kalesi'nden aşağıya baktım. Mersin'de bir kez daha hayatım değişti. Nevval'e rastladım. Adana'da Onbaşılar'a uğramadan edemem. Antalya Kaleiçi acaba eskiden daha mı güzeldi? Isparta'dan geçerken hep gül reçeli alırdım. Burdur'da kaldıktan sonra, arkamdan deprem oldu. Ah Uşak'taki Atatürk Heykeli ah. Muğla'da Saburhane'deki fotoğraflar. Aydın'ın Didim'i. O tapınaktan taşlar nasıl öyle düşmüş? Balıkesir'de Ahmet Esmer var. Onunla ne güzel değirmenlere gitmiştik. Bursa'nın Kale Mahallesi'nin eski hali neydi? O yıllarda Bolu'daki küçük gölleri kin biliyordu? Ben acaba Yedi Göller'e gidenlerin kaçıncısıyım? Manisa'da Sipil dağı vardı. Manisa'nın üzerinden helikopterle geçerken, o dağlar ne kadar güzeldi. Adıyaman'da Muhtar Aziz'in yer yatağında uyurken ülkem Türkiye'yi tanıdım ve sevdim."

Ülkesiyle bu kadar iç içe olan bir fotoğrafçının uluslararası boyutta ses getirmemesini düşünebilir misiniz? İsviçre'de yayınlanmış 1839'dan Günümüze Uluslararası Fotoğrafçılar Ansiklopedisi'nde fotoğraf zamanlarının 1600 sanatçısı içinde yer alan Gültekin Çizgen'in fotoğrafları Fritz Gruber Koleksiyonu, Paris - Segule Galerisi Koleksiyonu, Paris Bibloteque, Paris Centre Photoggraphie Koleksiyonunda yer aldı.

61 ülkenin kent ve kırsal kesimleri geze Çizgen, ülkesinin ve dünyanın fotoğrafik topoğrafyasının çıkarılması çabalarına katıldı.

Benzeri yalnızca New York ve Londra'da bulunan "Gezginler Kulübü"nün de Türkiye'de oluşmasında kurucu üyedir.

"Gözlük takmaya başlayan adam fotoğraf çekmemeli" gibi bir sloganla elli yaşını karşılayan Gültekin Çizgen aradan geçen sekiz yılda bırakın fotoğrafı bırakmayı. Hızını bile kesmedi.

Üstelik uluslararası kalitede gerçek fotoğraf albümler basmaya soyunan, bunun için şirket kurup kendi fotoğraflarını basarak gene görkemli bir "ilk"e imza atmaya hazırlanan Gültekin Çizgen'e yaşam yokuşunda daha nice elli yıllar, fotoğraf ve sanatta nice kırklı yıllar dilerken, kitabının son bölümünün ikinci yarısını size aktararak bitirmek istiyorum yazımı:

"Ocak ayında, Moskova Kızıl Meydan'a tükürünce attığım tükürük havada donup "tak" diye yere çarptı. Leningrad'da İzzet Keribar'ın buzlar üzerinde fotoğrafların çektim. Praguay'ın bir adasında rastladığım yerlinin perişanlığına ağladım. Brezilya, İgasu Şelalesi'nin üzerinden helikopterle uçup, fotoğrafını çektim. Patagonya, Santa Cruz'da penguen kovaladım. Arjantin'de Buenos Aires'te sokakta tango yaptım. Meksika'da Mexico City'de büyük piramitin tepesinden geniş açı iyi fotoğraflar çektim. Acapulco'da, Pasifik'te yatla balık tutmaya çıktım. Taxco'da Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkan gümüş madenlerinin gücünü gördüm. Cancun'da, Atlantik Okyanusu'nun Karaipleri'nde turkuazı keşfettim.

Çin'de yufkaya sarıp, taze soğan cücüğü ve soya sosuyla Pekin ördeği yedim. Cheng De'de Buda Tapınağı'na mum diktim. Shanghai'in damında deniz hıyarı yedim. Katon'da elimle balık besledim. Shensen'de eşime ipekli bir batik ceket aldım. New York'ta, New York Experience'i gördüm. Washington D.C.'de Washington'un yerli portakalını yedim. Hong Kong'da bizim paramızla 25 Türk Lirası'na bir güzel lito baskı aldım. Singapur'da papağanların portrelerini çektim. Madrid'de şarkıcıya Malagenya'yı söylettim. Brüksel'de tren değiştirdim. Kahire'de Gizza'da deveye bindim. Arap Emirlikleri'nde divanda oturup Başbakan'la yemek yedim. Cidde'de Türkiye'yi tanıttım. Dubai'nin eski limanını çektim. Sarsah'ta Dubai'ye çölü geçtim. Abudabi'de multivizyon gösterisinden sonra sahnede selam verdim. Hindistan'da Akra'da Tacmahal'de güneşin batışını gördüm. Tabii ki çektim. Yeni Delhi'de Başbakan Gandi önümden geçti.

Almanya'da Köln'de sevgili Gruber'le kahvaltı yaptım. Stutgart'ta dünyanın en ünlü multivizyon stüdyoları TC'yi ziyaret ettim. Hamburg'da fotoğraf sergisi açtım. Paris'te yine sergi açtım. Lyon'da uçağı az daha kaçırıyordum. Strasburg'da Başbakan Özal'dan önce gelip, Türkiye programını herkese gösterdim. Venedik'te köprü üzerinde öpüştüm. Cenevre'de Nur'a telefon ettim. Neuchtel Gölü'nde gemiyle dolaştım. Gruyere'de gravyer peyniri yedim. Freibourg'daki fotoğraf bienalleri çok güzeldi. La Chaude Fhone'daki Corbusier'in saat müzesi ne kadar muhteşemdi. Biel'de yediğim akşam yemeği çok güzeldi. Zürih'te Melih Keymen'de kaldım. Bern'de antikacıları gezdim. Jungfrau'nun tepesine çıktım. Lozan Fuarı'nda multivizyon programını tam 1.000.000 kişi seyretti. Vevey'deki Modiigliai sergisi harikuladeydi. Kopenhagen'in tahta istasyonu ne güzeldi. Stockholm'de gece güneşini seyrettim. Londra'da British Museum'daki Halikarnas'ı keşfettim. Beyrut Havaalanında Amerikan askerleri siperdeydi. Lefkoşe'de cami minaresinden Rum tarafını seyrettim. Girne'nin , o Antalya benzeri sokaklarında keyifli fotoğraflar çektim. Magosa'da Atam Namık Kemal'i düşündüm. Sofya'da Ayasofya'nın altın kubbesi parlıyordu. Belgrad'ta döner yedim. Zagrep'te kayboldum.

Ljubliana'da geceleyin köprüler ne güzeldi. Atina'da Plaka'da bir adam beni görünce "Sen Türk müsün?" diye sordu. Selanik'ten geçerken eski Osmanlıyı gördüm. Varşova'dan bol Polonya afişi aldım. Krakov'da saat kulesinin heykelleri çok güzel. Parg'da izlediğim avangart tiyatroyu hiç beğenmedim. Budapeşte'de Orotoryumdaki laser showu hiç unutmadım. Brno'da Grafik Bienali harikaydı. Graz'da eski ev ve kanallı bahçesi ne güzeldi.

Viyana'nın atlı arabalarının fotoğraflarını çektim. Brug An Der Mur'da Mustafa'nın diskosunda ne kadar eğlendik.

Münih'te bir sabah kalktım ki her yere tepeleme kar yağmış. Düsseldorf Fuarında "Cam Sanatı" multivizyonu çok sükse yaptı. Heidelberg Eczacılık Müzesin'deki eski eczaneler ne kadar güzeldi. Nurnberg'de yanlışlıkla genelev sokağına girdim. Frankfurt'ta sinema müzesi ne kadar güzeldi. Bitikheim'de karlar altındaki heykellerin plastiğine hayran oldum. Bahreyn Adası'nın etrafı nasıl da maviydi.

Casablanka'nın medinesinde büyücü çarşısında gezdim. Marakeş Çarşısı'ndan madeni heykel satın aldım. Quarzazete'de Büyük Sahra'nın rüzgarını hissettim. Rabat'ın kazbahında okyanusa karşı nane çayı içtim.

Velhasıl yaşadım….

İyi ki yaşadın Gültekin Çizgen






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi