sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Nazmi Ziya Güran






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Metinler    Özgeçmiş    Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay   
Metin_detay    Metin_detay   


1914 Kusagi’nin Ayriksi Adami: Nazmi Ziya (Güran) -Burcu PELVANOGLU

1914 Kusagi’nin Ayriksi Adami: Nazmi Ziya (Güran)
Burcu PELVANOGLU

Henüz on üç- on dört yaşlarındayken babasının Çamlıca’da yaptırmak istediği evin planlarını çizen ve bunların uygulanmasında yardımcı olan, resme tutkun olan ve müzikle de ilgilenen Nazmi Ziya’nın sanata olan tutkusunun ailesi tarafından hoş karşılanmadığından dolayı, uzunca bir süre, gizliden gizliye resim yapacak ve bir resim öğretmeni olan amcası Binbaşı Hasip sayesinde resim dilini öğrenmeye başlayacaktır. Ancak Nazmi Ziya’nın bu dersleri de uzun sürmeyecek, babası Mehmet Ziya Bey’in, oğlu ve kardeşi arasındaki hoca-öğrenci ilişkisini fark edince, ilk işi amcayla yeğeni birbirinden uzaklaştırmak olacaktır.Dolayısıyla Nazmi Ziya’nın en başından verdiği ressam olma kararını, Mülkiye’den mezun olduktan sonra, babasını kaybetmesiyle birlikte ancak hayata geçirebilecektir. 1902 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kaydını yaptıracak ve ancak 21 yaşına geldiğinde paleti ve fırçasını özgürce eline alabilecektir.

Paleti ve fırçasını özgürce eline alacaktır almasına ama büyük umutlarla girdiği Sanayi-i Nefise Mektebi’nde hüsrana uğrayacaktır, Nazmi Ziya. Zaman zaman ders aldığı Hoca Ali Rıza’nın doğaya sadık kalması, kendisine en büyük usta olarak doğayı seçmesi yolundaki öğütlerinin karşısına katı kuralcı bir akademik eğitim çıkacaktır. Hem de Salvatore Vallery (yağlıboya), Warnia Zarzecki (desen) gibi beşinci sınıf Oryantalist ressamları hoca olarak görecektir karşısında ve bu hocalara resimlerini de beğendiremeyecektir. Onun “doğa”dan başkasını “usta” olarak kabul etmemesi, Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki bir yılına mal olacak; resimlerini gören Vallery’nin “Küçük Bey artık impressioniste olmuş” tepkisinin ardından 1907 öğretim yılı sonunda Osman Hamdi Bey’in de resimlerini hiç beğenmemesi üzerine “Empresyonist Küçük Bey”in mezuniyeti bir yıl ertelenecektir.Nazmi Ziya’nın sanattaki yol göstericisi, ne Zarzecki olacaktır ne Vallery ne de heykel atölyesinin başında bulunan modlaj hocası Osgan Efendi.

1908 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nden mezun olan ve aynı yıl içinde, kendi olanaklarıyla Paris’e giden Nazmi Ziya, Paris’te üç ay süreyle Académie Julian’de Marcel Bachet ve Royer’nin atölyelerinde çalışacaktır. Bilindiği gibi, bu yılların Paris’i, sanatın merkezi konumundadır ve dünyanın her köşesinden gelen ressam ve ressam adaylarını barındırmaktadır. Paris’te Ecole des Beaux Arts’ın (Paris Güzel Sanatlar Okulu) bu kadar öğrencinin talebini karşılayamaması nedeniyle, özel akademiler açılmaya başlanır. Bunlardan biri de, Rudolphe Julian adında, aslında pek de yetenekli olmayan bir ressam tarafından kurulan Académie Julian’dir. Académie Julian’de Paris Güzel Sanatlar Okulu hocalarından Gustave Boulanger (1824-1888), Jean Paul Laurens (1838-1921) gibi isimler ders vermektedir ve Nazmi Ziya da üç ay süreyle bu akademide çalışmıştır. Bu üç ay sonrasında ise, Gustave Moreau’nun (1826-1898) ölümünden sonra Ecole Nationale Supérior des Beaux-Arts’ın gözde hocası olan ve Montmartre’da da özel bir atölyesi bulunan Fernand Cormon’un (1845-1924) atölyesine girer. [1] Kuşkusuz, gerek Académie Julian’de gerekse Fernand Cormon’un atölyesinde akademik bir eğitimden geçer Nazmi Ziya. Ancak Fernand Cormon, onun doğa tutkusunu anlayarak, bir başka deyişle onun dilinden anlayarak, Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki gibi katı bir tutum sergilemekten ziyade, ona doğadan çalışmasını öğütler. Nazmi Ziya, Hoca Ali Rıza’dan sonra, kendi dilinden anlayan birinin tavsiyelerine sevinmiş olmalıdır ki, Paris’teki tüm zamanını açık havada, Seine Nehri kıyılarında, Paris’ün ünlü parklarında resimler yaparak geçirir. İstanbul’a bir yığın poşadla dönmesinin nedeni de budur zaten. Ara sıra müzelere de gider Nazmi Ziya ancak müzelerdeki ustalardan doğadan aldığı tadı alamaz. Yine de, Louvre Müzesi’nde iki ay çalışarak Antoine Coypel’den bir Democrite başı kopyaladığı; Almanya ve Avusturya’ya seyahatler yaparak oradaki sanat ortamlarını tanıdığı bilinmektedir.

Paris’teyken 1912 Sergisi’nde doğal boyutlarda bir kadın portresini sergiler Nazmi Ziya. Notre Dame civarlarından yaptığı ve Cormon tarafından çok beğenilen bir manzarayı ise, çerçevesi olmadığı için sergiye veremez. Söz konusu tabloyu sergiye veremese de, 1928 yılında Türkiye’yi ziyarete gelen Afgan Kralı Emanullah Han, o dönemin fiyatıyla, 500 lira vererek bu tabloyu satın alır ve Afganistan’a götürür.

Nazmi Ziya’nın Mülkiyeli geçmişi, Türkiye’ye döndüğü zaman, onu sanat ortamının değil; bürokrasinin içine sokar. Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki öğrencilik yıllarında “mimlenen” ve dışlanmaya başlanan Nazmi Ziya’nın ikinci dışlanmasıdır bu. Önce İzmir Muallim Mektebi Müdürlüğü’nü, ardından da İstanbul İlk Tedrisat Müfettişliği’ni yapan Nazmi Ziya, 1915 yılında Maarif Nezareti tarafından, okullara asılmak üzere Türk tarihinden kesitler sunan on kadar tablo yapmakla görevlendirilir ve bu tabloların çeşitli boyutlardaki röprodüksiyonlarını yaptırmak için Almanya’ya gönderilir. Tabloların konuları ise, Nazmi Ziya’nın sanat anlayışıyla örtüşecek türden değildir: “İstanbul’da Bir Cirit Oyunu”, “Üçüncü Mustafa’nın Kılıç Alayı” ve “Zigetvar Kuşatması” gibi hamasi konuların Nazmi Ziya’ya bir sanat zevki verdiğini düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır.

Nazmi Ziya’nın Sanayi-i Nefise Mektebi’ne yeniden girebilmesi için 1918 yılını beklemesi gerekecektir. 1918-1921 yılları arasında ve 1925-1927 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğünü yapan Nazmi Ziya’nın hocalık serüveni de ancak idareci olarak bu kuruma atanmasıyla başlayacaktır. Turan Erol, Nazmi Ziya’nın, haftanın iki gününü öğrencilerine ayırdığını ve bunun dışında kalan zamanında da Akademi’deki atölyesinde durmaksızın çalıştığını belirtir. [2] Nazmi Ziya, Akademi’de, Galeri’de desen hocalığı yapmaktadır ve bu da, Akademi’ye hazırlıksız ya da resim alanında kötü alışkanlıklarla gelen, resim diline, terminolojisine henüz hakim olamayan öğrencilere eğitim vermek anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle, Akademi’ye adımını atan öğrenci, resmin A,B,C’sini Nazmi Ziya’dan öğrenmektedir, ki bu oldukça özveri gerektiren bir iştir.

Nazmi Ziya, açık havada çalışmaya tutkun bir sanatçı olduğundan sabahın erken saatlerinde malzemelerini alıp İstanbul sokaklarına dalan bir ressamdır. Nazmi Ziya’nın açık havada çalışmalarına tanık olanlar, komşusu ve öğrencisi Arif Kaptan ile öğrencisi Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur ve bugün bizim bildiklerimiz de onların anılarına dayanmaktadır. Bedri Rahmi, Nazmi Ziya ve Arif Kaptan’ın birlikte resim yapmaya çıktıkları bir sabah, Nazmi Ziya’nın sabah ışığı karşısındaki sözlerini şöyle aktarır bize: “Sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği istihaleye şahit olmayanlar yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.” [3] Yine Bedri Rahmi’den, Nazmi Ziya’nın Van Gogh ve P. Bonnard’a tutkun olduğunu ancak sıra Picasso ve Matisse’e gelince, onlar hakkında konuşmaya tahammül edemediğini öğreniyoruz. Bu durum, Nazmi Ziya’nın, sanatın toplumla kaynaşması gerektiğine inanan bir Cumhuriyet sanatçısı olduğunu düşündürmekte. Şöyle diyordu Nazmi Ziya: “Ben de, Harbi Umumiye, daha doğrusu mütarekeye kadar sanatı yalnız sanat için yapanların taraftarı idim. Yalnız sanatkâr tarafından tadılan ve halk üzerinde hiçbir tesir bırakmayan bu telakkiyi değiştirmeseydim belki ben de modernlerin peşinden gidecektim.” [4]

Nazmi Ziya, hepimizin rahatlıkla kabul edebileceği gibi, İzlenimcilik’in Türkiye’deki yegâne temsilcisidir. O da Türkiye’ye döndüklerinde 1914 Kuşağı’nı oluşturacak olan diğer sanatçılar gibi, İzlenimci bir anlayışa yakın, açık hava resimleri yapmıştır ama bir farkla: Türk İzlenimcileri olarak da anılan 1914 Kuşağı sanatçılarının tümü, manzara resmi yaptıkları zaman İzlenimci, iç mekân resimleri, portreler, bol figürlü kompozisyonlar yaptıkları zaman ise, “Akademik” olarak tabir edebileceğimiz resimler üretmiş bunların ışık-gölge dengeleri ile oynayarak sonuçta ortaya yarı akademik yarı İzlenimci bir resim türü çıkarmışlardır. Peki, Nazmi Ziya, manzara dışında ürün vermemiş midir? Elbette vermiştir ancak, onları Nazmi Ziya’nın sanat görüşüyle bir tutmak hata olur. Nazmi Ziya’nın mayasında “doğa” vardır ve bu nedenle de Nazmi Ziya, Türk İzlenimciliği’ni temsil eden yegâne sanatçıdır.

“İzlenimcilik” akımını sık sık telaffuz ettiğimize göre, Paris’te ortaya çıkan İzlenimcilik ile Türkiye’dekinin farkını da ortaya koymamız gerekir. Bilindiği gibi, sanatta modernizm, İzlenimcilik (Empresyonizm) ile başlatılır. Modernizm, var olandan hoşnut olmama ve onu dönüştürme anlamına gelmektedir ki, bu anlamda aslında politik bir tavırdır. Ancak modernizm, politikadan uzak bulunur. Bunun da en temel nedenlerinden biri, hiç şüphesiz, hep içerikle ilgilenmekte olan Marksizm’in aksine, modernizmin özellikle biçim ile ilgileniyor oluşudur ve İzlenimcilik de, bu anlamda sanatta modernizmi başlatan akımlardan biri olarak kabul edilir. Peki, bu durum Osmanlı topraklarında başlayan İzlenimcilik için ne ifade etmektedir? Buradaki İzlenimcilik var olandan hoşnutsuzluk anlamında politik bir tavır mıdır? Bu soruyu “evet” olarak yanıtlamak kuşkusuz gülünç olur. Ya da içerikle ilgilenen Marksizm’in aksine modernizmin biçimle ilgilendiğini ve bu nedenle de bizde İzlenimci sanatın kabul gördüğünü. Osmanlı modernleşmesi, özünde içerikle değil; biçimle ilgilenen bir modernleşme olduğu için, bizde modern sanatın temeline İzlenimcilik’i koymak kesinlikle yanlış olur. Ancak bizde modern sanatı başlatan kuşağın da 1914 Kuşağı olması ikircikli bir durum ortaya koyar. Bunun temel nedeni, Nazmi Ziya’nın da dahil olduğu 1914 Kuşağı sanatçılarının Türkiye’deki resim sanatına yaptıkları katkılardır ve bu kuşak sanatçıları, bu katkıları nedeniyle modernist sanatçılar olarak anılmışlardır. Nedir bu kuşak sanatçıların Türkiye’deki resim sanatına en büyük katkıları? Kuşkusuz, çıplak ve portre konusunu Türk resmine sokmalarıdır. Bu kuşak, Nazmi Ziya’nın da Paris’te bulunduğu yıllarda, diğer 1914 Kuşağı sanatçıları gibi, Türk resmindeki manzara geleneğinin kendilerine yakın gelmesi nedeniyle, aslında çoktan modası geçmiş olan İzlenimciliğe yakın bir anlayış benimsemiştir. Gerçi Nazmi Ziya’nnın Paris’te bulunduğu yıllarda Claude Monet’nin (1840-1926) 1920 ile öldüğü yıl olan 1926 arasında oluşturduğu ünlü Nilüferler dizisi üzerinde çalıştığı bilinmektedir [5] ancak yine de deyiş yerindeyse, modası geçmiş bir akımdır bu kuşak sanatçılarının benimsediği…

Nazmi Ziya, açık havada çalışmaya, manzara türünde eserler üretmeye tutkun olduğu halde, zaman zaman devlet tarafından düzenlenen sergilere de yapıt vermekte ve bunlarda çok figürlü kompozisyonları tercih etmekteydi. Ankara’da ------ arasında açılan ve hamasi olduğu düşüncesiyle ---- yılında son verilen İnkılâp Resimleri Sergisi bunlardan biriydi ve Nazmi Ziya, bu sergilere “Harf İnkılâbı”, “Eski ve Yeni İstanbul”, “Bahar Şarkısı” adlı resimleriyle katılmıştı. 1937 yılında Bayındırlık Bakanlığı tarafından Ankara Garı için açılan duvar resim yarışmasına da katılmıştı, Nazmi Ziya. Bu yarışma onu iki ay atölyesine kapatmıştı. Arif Kaptan’ın bu yarışmaya ilişkin anekdotunu burada anmanın yaralı olacağı kanısındayım: Arif Kaptan, Nazmi Ziya’nın aylardır atölyesine kapanmasına dayanamamış ve “Usta bırak bu işi de manzaraya gidelim. Bu güzel havada atölyede kapanılır mı? demiş; Nazmi Ziya’nın buna verdiği yanıt ise, “Ne yaparsın evlat; kalabalıkta vasiyet ettik, ölmemek olmaz” olmuştur. [6]

Nazmi Ziya’nın az da olsa, sanat üzerine yazıları da bulunmaktadır. 1934 yılında Ankara’da açılan Sovyet Resim Sergisi’ne karşılık, 1936 yılının Ocak ayında Moskova’ya gönderilecek olan Türk Resim Sanatı Sergisi’ne dair duyduğu heyecanı dile getirdiği yazısında olduğu gibi. Söz konusu yazısında heyecanını şöyle dile getiriyor, Nazmi Ziya:

“Ressamlarımıza, Moskova’daki Türk Resim Sergisi Münasebetiyle…
Bugün bizim sevineceğimiz bir gündür arkadaşlar. Birbirimizi kutlasak yeridir. Sanatımızla memlekete yarayan bir vazife ifa etmiş bulunuyoruz: Hatırlarız ki: Hepimizin hakiki bir sevgi ve hürmet beslediğimiz Rus komşularımızın bize karşı gösterdikleri naziklikler arasında, bundan bir müddet evvel tiyatrocu ve musikici sanatkârlardan mürekkep bir heyet ve gayet kıymettar bir resim sergisi göndermişlerdi. Biz de buna karşılık olmak üzere pek mütevazi bir resim sergisi göndermiş bulunuyoruz, işte bu resim sergisi velevki nezaketen olsun, Rusya’da alâka uyandırdığını ve takdirle bahsedildiğini haber alıyoruz. İşte meslek budur, ben bunun için seviniyorum, arkadaşlar siz de sevininiz ki yarım asırdan beri sanatımızla memleketimize hiç bu kadar önemli bir hizmet etmiş değiliz.” [7]
Nazmi Ziya’nın ölümünden hemen önce, ilk ve son sergisini açtığını biliyoruz. 1937 yılında Akademi’de geniş çaplı bir sergi açılması planlanmış; Heykel, Resim, Tezyini Sanatlar, Afiş ve Tarihte Karagöz olmak üzere beş bölümden oluşan serginin resim bölümünde sadece Nazmi Ziya’nın yapıtları yer almıştır. İşte bu sergiye ilişkin olarak yazılan bir yazıda, Nazmi Ziya ile yapılan bir röportaja da yer verilmiştir. Naci Sadullah tarafından yazılan yazıyı ve yapılan röportajı, Nazmi Ziya’nın sanata bakışını yansıtması açısından buraya almanın yararlı olacağı düşüncesindeyim:

“Nazmi Ziya’nın 300 tablodan oluşan sergisi, ziyaretçileri uzun müddet meşgul etti. Kendisiyle yaptığım kısa, fakat ilginç konuşmayı, buraya aynen geçirmekten kendimi alamayacağım. Daha önce en çok hangi eseri üzerinde uğraştığını öğrenmek istedim.
-Şurada, dedi, bir peyzaj görüyorsunuz. Bu sergide, aynı manzaranın tam 14 tane tablosu vardır. Yani ben, bu manzarayı istediğim kusursuzlukta tesbit edebilmek için, aynı konu üzerinde 14 kere çalışmışımdır. Gördüğünüz manzara Üsküdar’da bir yerdir. Ve bu, bir sonbahar günündeki halidir. Bu yerin bu halini karşımda bulabilmek için neler çekmişimdir. Meselâ eser tamamlanmadan kış bastırmıştır. Ben ondan sonraki bahara kadar beklemek mecburiyetinde kalmışımdır. Bu eseri on dört defa yaptığımı da düşünürseniz, neler çektiğimi, kaç sene uğraştığımı ve Üsküdar’a gidip gelmek için ne kadar yol parası harcadığımı tasavvur edebilirsiniz. Buna mukabil yirmi dakikada tamamladığım eserler vardır. Bunu övünerek söylemiyorum. Empresyonizm denilen sanat, bizi çabuk çalışmaya zorluyor. Oysa, resim sanatındaki son akımlar ressamı doğanın ezici etkilerinden kurtarmak ve ona kendisinden bir şeyler katmak zorunluluğunda bırakıyor. Bizi bir eser üzerinde on sene uğraştıran da, bu zorunluluktur.
-Eserlerinizi, onları satın almış olanlardan mı topladınız?
-Hayır… Ben tablolarımı satmadım. Satmam da… Bence resim, bir ticaret metaı değildir. Bu nedenledir ki, sade fırçalarile geçinmek isteyip de başaramayan ressamların zaruretten şikâyet etmelerine kızarım. Ben para kazanmaya mecbur kalınca, başka işler tuttum. Ve karnımı doyurduktan sonra, fırçama sarıldım. Ancak, satılmış olan dört-beş tablom vardır. Bunlardan dört-beş tanesini, İngiltere resim müzesine 5000 liraya sattım ki, birinci sınıf batılı ressam da, eserlerinden bundan çok kazanamaz. Birkaç tablom da hükümete ve belediyeye satılmıştı ki, en çok sevdiğim eserlerim onlardır. Onları ihtimal değerlerinden daha kıymetli oldukları için değil de, elimden çıktıkları için daha fazla seviyorum.
-Şu halde sizce sanat, sanat içindir…
-Asla! Öyle de değil. Sanat, sanat için de değildir. Sanat, halk içindir. Bir müşteri, evinin duvarına astığı resimden yararlanmalıdır. O resim, ona bedelini ödediği herhangi bir eşya kadar yararlı olmalıdır. Yani bir evde bir tablo, bir buzdolabı, bir masa, bir büfe kadar işe yaramalıdır. Bir tablo, üzerine çevrilen gözlerin sahiplerine bir müzik parçası kadar zevk vermelidir.
-En çok hangi renkleri seversiniz?
-Deniz ve dağ rengini… Yani mavi ile yeşili… Ancak, mavi ile sarının bağdaşması da, gözlerime nefis bir sarhoşluk verir.
Az sonra karşılaştığım Çallı İbrahim, üstadın sözlerini benden dinleyince güldü:
-Nazmi Ziya, nesi var, nesi yoksa bu sergide meydana koymuş. Sergide çok tablo var. Oysa, insan her yaptığı işi sergilememelidir. Sanata gelince… Sanat bir bahçıvanın yetiştirdiği çiçeğe benzer… Bahçıvan çiçeği yetiştirir. Onu kimi göğsüne takar, kimi çöplüğe atar.” [8]

Nazmi Ziya’nın 1937 yılında dile getirdiği bu düşünceleri, Türkiye’de sanatın ve sanat ortamının 70 yılda nasıl dönüştüğünü anlamak için önem taşıyor. Resim bir ticaret metaı değildir diyen Nazmi Ziya’nın resimleri, bugün müzayedelerde oldukça yüksek fiyatlara alıcı buluyor. Sanattaki malzeme ve konu değişiminden hiç söz etmiyorum bile! Ancak Çallı’nın, bir ressam neyi var neyi yoksa sergilememelidir sözü üzerinde durulmaya değer. Nazmi Ziya, Türkiye’de, Güzel Sanatlar Akademisi’nde “retrospektif” nitelikteki ilk sergiyi açmıştır. Tek bir ressama ait 300 civarındaki yapıtın bir arada sergilenmesi ve her ne kadar Nazmi Ziya kitabını ve sergisinin sonunu göremeden yaşama veda ettiyse de, bir ressam hakkında bir monografinin yayımlanması, Akademi’nin alışık olduğu bir durum değildir. Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar hesabı, otuz küsur yıllık sanat birikimini ortaya koyan Nazmi Ziya’nın adının “nesi var nesi yoksa sergileyen ressam”a çıkması da bir tesadüf değildir. Haşim Nur Gürel’in “Nazmi Ziya, Masal ve Gerçek” adlı yazısında belirttiği gibi, Nazmi Ziya, Akademice dışlanan bir sanatçı olmuştur. [9] Dahil olduğu 1914 Kuşağı sanatçılarının hemen hemen tümü Şişli Atölyesi’ndeyken o “dışarıda”dır. Feyhaman Duran’ın 1921 tarihli “Sanatkâr Dostlar” adlı tablosunda da Sami Yetik, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Şevket Dağ ve Sami Yetik varken, o yıllarda Akademi müdürlüğü yapan Nazmi Ziya, yine “dışarıda bırakılan” olmuştur.

1914 Kuşağı’nın “dışarıda bırakılan” ressamının, eleştirilere neden olan sergisi üzerine yazdığı yazısı, son yazısı olmuştur:

“Güzel San’atlar Akademisinde açmış olduğum resim sergisi hakkında bir gazetede Fikret Adilin bir yazısı neşrolunmuş, bunu ben ancak yeni haber aldım. Bu küçük ve güzel yazıda çok dikkate değer noktalar olmakla beraber benden sorulan sualler de var. Bunlara şimdiye kadar cevap vermemiş olmaktan dolayı çok mahçubum.
İlk söz olarak bu yazıda hakkımda gösterilen iltifatlara karşılık sonsuz teşekkürlerimin kabulünü kendisinden rica ederim.
İtirazlara gelince: Bunlara zaten alışığım ve cevabım da hazırdır. Fakat nokta nokta cevap vermektense bu sergiyi niçin açtığımı ve san’at hakkındaki kanaatimi izah etmekle iktifa edeceğim. Zaten asrın modası da budur; hocalarımız olan Avrupa ressamları üç resim yapıyorlar, üç yüz sahife yazı yazıyorlar. Bu hesaba göre, ben üç yüz parça resim teşhir ettikten sonra otuz bin sahife yazmaklığım icab etmekte ise de bu şimdilik mümkün olmadığından şu yazımı o sahifelerin hülâsası olarak kabul ederek hoş görülmesini rice ederim. Bu sergiyi niçin açtım ve niçin bu kadar resim koydum?

Benim resme başladığım günlerdenberi geçen otuz beş sene zarfında neler olmadı? Harbler, ihtilâller, inkılâblar, icadlar ve ihtiraların ruhlarımızda doğurduğu buhranlar ve mütemadiyen değişen kanaatlerimizle geçirdiğimiz merhaleleri ve bu çapraşık yolun nasıl katedildiğini göstermek istedim. Ta ki bizden sonra gelenler tecrübelerinde ve yoklayışlarında zorluk çekmesinler ve vakit kazansınlar. Şükran ve minnetle görüyorum ki bir çok gençler gelip sergiyi dikkatle geziyorlar. Bu suretle küçük bir hizmet yapmış olduğumu sanıyordum.
Bundan başka bir çok sahibleri kanaatlerini söylediler. Bu da gazetelerde ihmal edilen ciddi san’at temkidlerinin yerine geçti, bu sayede vatandaşlarımın san’at hakkındaki düşündüklerini bir dereceye kadar anlamış bulunuyorum. Gönül isterdi ki biraz daha alâka gösterilsin ve münakaşalar olsun ve genç san’atkârların gidecekleri yol biraz daha aydınlanmış olsun; bu noktadan fikrini açıkça yazdığı için de Fikret Adile ayrıca müteşekkirim.
San’at nekadar beynelmilel ise de muhitinin hissiyatını ifade etmedikçe sanat sayılamayacağı bütün dünyaya kabul edilmiş bir hakikattir. Biz Avrupalıları taklid ettikçe Avrupalılar bize haklı olarak gülecekler, ve vatandaşlarımız da yaptığımız resimlere alâka göstermeyeceklerdir. Zaten öyle de oluyor. İşte bu nokta benim kanaatimin esası ve iddiamın başıdır. Şimdiye kadar yaptığım didinmeler bunun içindir; yoksa ben de bir pirin eteğine yapışıp otuz beş senede yapamadığım işi üç buçuk senede yapar ve herkesi hayrette bırakırdım.
Ben dedim, diyorum ve ve diyeceğim ki: Biz her şeyi son tekâmülünü yapmış olan memleketlerden alabiliriz. Yalnız san’atı değil; topları, tüfekleri, otomobilleri, kamyonları, hatta isterseniz elbiseleri ve yiyecekleri bile… İşte kübiktir diye yaptığımız mimarlığın neticelerini görüyorsunuz.

Şarkta marazî bir şekilde olan taklid meyil ve istidadı hiçbir şark milletine kuvvetli ve devamlı bir medeniyet yapmağa imkân bırakmamıştır.
San’at, medeniyetin anahtarıdır. Hiç olmazsa bu anahtarı olsun kendimiz yapmağa mecburuz.
(Matis) bir yazısında “San’at eseri zamanının alâmeti farikasını taşımalıdır” diyor! Bu ayni zamanda mekânın da demek değil midir?
Bu hususta en güzel sözü (Fuzuli) söylüyor; bu sözü her Türk san’atkârı söyliyebilmelidir:

Çün haki kerbelast Fuzuli makamı men,
Nazmem beher güca ki resed hürmeteş revast.
Sim nist, güher nist, la’al nist.
Hakest şiri bende veli haki kerbelast.

Fikret Adil yazısında sergi (keyfiyet itibarile de pek o kadar fakir değildir) diyor. Fakirlik ve zenginlik nisbî olduğundan bir milyoner için ehemmiyetsiz olan bir meblağ, bir ortahalli için ehemmiyetli ve bir fakir için nihayetsiz bir servettir. Sergide, san’at kanaatlerimizde bir mübayenet bulunduğunu bildiğim bu arkadaşı bile memnun edecek parçalar olduğuna göre, san’atı daha serbest bir zaviyeden görenler için hiç fakir addolunamıyacağı tabii olduktan başka kanaatlerime iştirak edenler için de nihayetsiz bir servet olduğunu söylemek de mümkündür.
Fikret Adil resim kanaatimize itiraz ediyor ve daha başka itiraz edenler var. Fakat cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif, dedikleri gibi bence bu ihtilâflar iyice konuşup anlaşmadığımız içindir, nasıl ki Fikret Adilin yazısının sonundaki fikir tamamen benim san’at kanaatimdir; diyor ki: Bir ressam “halka ihtisasının mahsulünü değil de müphem bir şey verecek olursa kendisine terk edilen bir vazifeyi suistimal etmiş olur, ilâh…”
Ben de tıpkı böyle diyordum. Eseri sanat hiç müphem olmamalı ve herkesin anlıyabileceği gibi olmalı. Bu işi kendisine tevdi edenlerin işine yaramalıdır.
Gene Matis diyor ki: “Eseri san’at, fikirleri karıştırarak yorgunluk ve heyecan verecek mahiyette olmaktan ziyade sükûn ve istirahat verici olması san’atkârların ve başka meslek erbabının anlıyacağı ve hoşuna gideceği şekilde bulunması gerektir.”
Benim resimlerim belki buna tamamen mutabık değildir, fakat herhalde san’at kanaatim budur ve söylemek istediğim de bundan başka bir şey değildir.
Duvarlarda simsiyah yüzkarası gibi bir tablo görmektense velev deli alacası gibi renkli bir resim görmeği tercih ederim, ve zannederim ki herkes de böyledir. Yalnız resim kültürü denilen ve köklerini kurunuvusta kiliselerinden alan örümcekli kanaatlerin zihinlerden silinmesi şartile.
Harbden sonra bütün dünyada büyük değişmeler olmuş, fen ve ilim inanılmaz bir terakki derecesi bulmuştur. Ne yazık ki bu geniş dünyanın ve bu beyaz aydınlığın san’atı henüz doğmamıştır.
Ben ne eski kanaatlerle yapılmış Hıristiyan medeniyetinin resimlerini isterim, ne de sinirleri bozacak renklerle indî ve şahsî fikirleri taşıyan resimleri. Ben isterim ki resim, yaşamak zevki versin, hoşa gitsin ve yemek içmek gibi insanların fizyolojik güzellik ihtiyacına cevab versin.
Ben isterim ki resim memleket sevgisi ve kardeş sevgisi versin. Akşam yorgun argın evine gelen kimseye rahat ve sükûn versin, yuva ve aile sevgisi tattırsın, istikbalin sahibi olan gençleri karanlık sinema salonlarından vareste kılsın ve ahlâk hastalıklarından korusun.”

12 Eylül 1937 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan (s.5) bu yazıyı da Nazmi Ziya, tıpkı basım aşamasında olan kitabı gibi görememiştir. 1914 Kuşağı’nın “ayrıksı” ve “yalnız” adamı, 11 Eylül 1937 gecesi yaşama veda ettiğinde, bu son yazısı da, ölüm haberi ile birlikte yayımlanmıştır…






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi