sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Ömer Uluç






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Sergiler    Metinler    Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay   
Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay    Özgeçmiş   


Ömer Uluç ya da Gerçekliğin Çok Dayanılır Hafifliği - Jacques Henric

Ömer Uluç ya da Gerçekliğin Çok Dayanılır Hafifliği

Herşeyden önce gerçekliğin (Le reel) ne olduğunu sorgulamamış bir kitap, bir resim, evrenin derisi üzerinde en ufak iz, en ufak bir tortu bırakma şansına pek sahip değildir. Estetik, ahlak, güzel`le iyi kaygısı, biçimsel serüvenler, işaretin ve imgenin statüsÜ üzerine sorular, iznik Konsili`nin, Otuzlar Konsili'nin kazandırdıkları ve kaybettirdikleri, sanatsal soyağaçlarıyla tarihsel kopuşlar sorunu, fıgürasyon-soyutlama, modernizm-gelenek, avangard-postmodemizm, orijinal/röprodüksiyon, hakikat/gibisi (simulacre), varolmak/görünmek, kutsal ve kutsal olmayan çevresindeki polemikler, resimle ilgili bütün bu entelektüel kaynama, çok heyecan verici olsa da, gene ikincildir, bu ilk, temel, kumcu soruya kıyasla: gerçeklik nedir?

Volkan`ın Altında`ki Konsolos kişiliğini hatırlayalım, hatırlayalım onu tanımlayan esas şeyi: sürekli sarhoşluğunu. Her sağlam roman kahramanı gibi, aslında her insan gibi, yolumuzu kesen ilk Dante, ilk Lowry, ilk berduş gibi, hayatının "karanlık ormanında": yani içinden çıkılmaz bir işaret koruluğunda, çözülmesi imkansız bir takip edilecek yollar düğümü içinde, ki bu yollardan sadece biri onun için iyi olanıdır, kaybetmiştir kendini. Gerçekte, Konsolos`un, benim, ya da sizin, ya da Dante'nin, ya da Caravaggio`nun, ya da Van Gogh`un, ya da Pollock`un, ya da Ömer Uluç`un, kendimizi mekanın ve zamanın karanlık onnanında kaybetmiş olmamızdan çok, gerçeğin tümüdür gözümüzün önünde silinmiş olan. "Siz ve ben" deyişim sıradan ademoğlundan söz etmek içindir, ama onunla yukarda adı geçen yazarlar ve ressamlar arasındaki fark şudur ki, onlar, gerçeğin gelip boğulduğu işaretlerin önlenemez hücumu karşısında pes etmezler; ve dirseklerini kaldırdıklarında, bu sadece kadehi ağızlarına götürmek için değil, bir kağıt parçasına sözcükler kaydetmek, bir tuale hiçimler ve renkler yatırmak içindir. Yani, bir yazı eylemiyle, bir sanat eylemiyle, yitirilen Cennet`e yeniden kavuşmaktır ki, o Cennet-nasıl daha önce farkedilmemişti?-gerçekliğin ta kendisinden başka şey değildir. Bir de hakkından gelinememiş bir geleneğin (buna "çağların ardından romantizm" adını takalım), Batı`da, yazarı ya da sanatçıyı bir hayalperest, bir idealist, bir hayal, hortlaklar arasında boğuşan bir hayalet haline dönüştürdüğünü düşünün.

"Budalalık Kitabı`nda, Clément Rosset, Konsolos`un gezginciliğine ilginç bir yorum önerir: "olağanüstü sarhoşluğu" (çünkü "aralıksız") onu, sürekli, görülmezi gören, bilinmezden haber veren bir duruma sokmuştur. Bu şekilde, gördüğÜ, trajik bir yol yoksunluğu değil, belki daha çok onların komik çoğalışı, absürd üreyişidir. Gerçeklik bıktırana dek tekrarlandığı gibi; sanat tarafından doldurrılacak bir eksiklik değildir, yitip gidişi, bir bolluğun, bir taşınanın sonucudur. Gerçeklik ona göre şeylerin bir çeşit mucizevi halidir ve sanat, deli bir hamleyle, onların önüne kendini atar.

Kendini kurban ederek insanlara hakikati taşımak, dünyanın anlamını ortaya sermek için karaciğerini doymak bilmez bir akbabanın önüne yem olarak atan Ateş hırsızı, Promete-sanatçı basmakalıbından ne zaman kurtulunacak. Sanatçının kahraman olarak tasarımı: gerçeği açann anahtarı ortaya çıkartmak hayatıyla ödenir. Nietzsche`ci borazan sesi! Oysa Üstün insan`ın neden sonunda dört ayak üstünde havladığını öğrenmeye çalışılmaz...

Eterin tepelerinde değil, daha alçakgönüllü olarak volkanın ambarlarında çalışan, Dante'nin bir deyişini tekrarlarsak "kıçını trompet yapmayan" sanatçı (diğerini İlahi Komedya`nın yazarı cehenneme postalar), bu sanatçı, Lowry'nin Konsolos`u misali, "zamanın ve mekanın işaret şamandrasında bir dalgalanma" saptamakla yetinir. Vulqum pecus`u gözetler, her ikisinin, zamanın ve mekanın, rastlantısal, belirsiz, derinliksiz, gizsiz olduğunu gözlemler. Gerçeklik anlamsız ve sırsızdır, diye kaydeder not defterlerine. Hatta ve hakikaten, sadece, bir katmerli sarhoş, birdeli, bir meczup, bir budala yeraltı işçisi ya da bir sanatçı onu görebilir: tamamiyle anlamdan yoksun ve tamamiyle tekildir.

Gerçekliği putlaştırmadan ona saygı gösteren sanatçı sayısı azdır. Neden Ömer Uluç'un resmi ona yaklaşanı altüst etmektedir ki? Neden insanı, bu keskin sarhoşluk, Önce korku veren sonra coşturucu, köpürücü, boşaltıcı bir sevinç durumuna sokar? Neden bu kadar güçlü bir kişilikle, böylesi bir gereklilik haliyle, ani bir şiddetle kendini kabul ettirir ve sonra hemen, bir çeşit oyun mekanına, katıksız bir olağanlık, dönüşsüz bir harcama alanına çekilir? Çünkü, evet, görüneni sorguya tabi tutmaz. Ömer Uluç gerçekliğe şövale işkencesini yüklemez; ona, kusması ve hakikati tükürmesi için, azap verici ayakkabılar giydirmez, civataları sıkıştırmaz. Çok güzel desenlerinden bir seri röprodüksyonun yayınlandığı albümün önsözünde (Ömer Uluç sadece bir renkçi değil, muhteşem birdesinatördür de), kendi kendine sorduğu "bu şeyler nedir?" sorusunu, hemen, umursamazlığı taslayarak yanıtlar "hiç önemli değil". "Mekanik, moınoton (...) tekrarlı bir hareketten dem vurur, hızlı ve sinirli bir şekilde çizdiğini söyler. Figürler belirdiğinde, der, yerçekimi dışında, hafiflik içinde doğarlar... Gerçekten de tablolarında biçimler, boşlukta dururlar; varlıklarını, mekansal olarak, kırılgan, geçici ve gene de devam eden bir çeşit askıda sürdÜrürler. Lascaux mağaralarının boğaları, atları, yaban öküzleri nasıl akla gelmez. Onlar için aklı başında olarak söylenmesi mümkün yegane şey şudur: ordalar, yükten arınmış, maddesiz; mekanın olduğu kadar, zamanın da bir baskını, bir patlamasıdırlar. Tanrının lütfu ya da gerçeklik aşkı diye adlandırabileceğimiz bir şimdiki zaman sevincini ortaya koymak tadırlar. Ömer Uluç`un resminde var olan, Lascaux`nun geniş dalgalı fresklerindeki aynı istiarecilik yokluğu, simgecilik yokluğu, anlamlı tumturak ve fazlalık yokluğudur. Temsil edilen obje (ya da kişi) hiç bir zaman tablonun ağırlıklı yerini doldurmaz: fon, "figürler"deki aynı hareketsel atılganlıkla, aynı retorik dirilikle, aynı renkli parlaklıkla işlenmiştir. Çoğu zaman, zaten, bir "fon" dan söz edilemez. Bakın "Boğaz`ı Geçen Sovyet Tankeri`nin (1984) üzerindeki büyük sarı ve mavi eğrilerle çalışılmış gökyüzü, kaynayan suyun kalın ağ örgüsü, nasıl, gemi kütlesi kadar yoğun bir şekilde mevcut ve tehditkar, o gemi kütlesi ki, kendi de, zincirinden boşanmış doğa güçlerinin ekranında yok olur. Kargalar, Exelmans Bulvarındaki Jandarma Karakolunun Aslanları, Mor Bebek İkon, African Queen, Buzlu Sularda Denilizaltı...: ressamın deyişine göre herşeyden önce "boya yüklü " araçlar olan kırılgan renkli taşlara dönüşmüş maddeler. Ömer Uluç'un, gözüne takılanı resmettiğini anladık. Lascaux ya da Pech-Merle mağaralarındaki adamlar, yaban öküzleri ve beygirleri vardı ellerinin altında, yaban öküzlerinin ve beygirlerin resmini yapıyorlardı: Ömer Uluç Paris'te Exelmans bulvarında, İstanbul`da Boğaz`a yakın oturur, evinin karşısındaki kışla kapısının üstüne yontulmuş aslanların, bulvarda yürüyen kızların, ya da Amavutköy`deki pencerelerinin önünden geçen tankerlerin resmini yapar ... Eğer karşısına çıkan lrak-İran savaşının televizyon imgeleri, bir dergi kapağındaki yıldız fotoğraflarıysa, onlarla idare eder. Seçmez, ayrım gözetmez, hiyerarşik bir sıra yapmaz. Altıncı günün akşamı dönüp yarattığına bakan Tanrı gibi, dünyaya bakar ve der ki: "bu güzel ve iyidir", ve onu fırça vuruşlarıyla kutsar. Dünyanın iyi tarafları kadar kötü taraflarını da. Bu sonuncular ressamın kutsayıcı hareketi ve renkle anında biçim değiştirerek. Tersini ve yüzünü. iyisini ve kötüsünü. Denizi kadarr göğünü, bebeleri kadar fahişelerini ya da kapak kızlarını, kraliçeleri kadar aslanlarını, vahşi hayvanları kadar kadınlarını, kadınlar kadar sanatçının haç yokluğunda takılmayı talep ettiği adi "askı"yı.

Ömer Uluç'un tualleri gerçekliğin bütün rüzgarına açıktırlar: yolculuk anıları, hayatın belirleyici ya da önemsiz olayları, sinema, fotoğraflar, beceriksiz şemalarını önerirler ressama. O bunların hepsini kucaklar ve onları birleştirerek canlandırır (performe). Onu maddesel değişime uğratır, bir kutsal tanrıbilim yoluyla yapabileceğinden daha iyi bir şekilde. Zira çelişki şurdadır: Ömer Uluç görüneni anlamlandırmaya tenezzül etmez (burda Dışavurumcular`dan uzaktır), "Armalar"ı metafizik arka planlardan yoksundur, oysa bu görünen bir tualin yüzeyine hiç bir zaman bu denli yoğunlukla yayılmamıştır. O kadar ki, bu tuali zevki ağırlama mekanı olarak nitelemek mümkün. Bu da, Ömer Uluç`un deneyiminin ne kadar dolaysız bir şekilde cinsel olduğunu söylemektir.

Bizans, Konstantinopolis, İstanbul: Ömer Uluç, Hristiyanlık ve İslam yoluyla, düşüş dünyasına aittir. Bununla birlikte, bana öyle geliyor ki, onun yapıtında, düşüş, Roma katolik geleneğinde gösterdiği aleni, hatta teşhirci niteliği yoktur. Tanrı`nın insan şeklinde Dünya`ya gelme dogması bir çile tematiğine yol açtı, ki bu tematik, kitabın diğer dinlerine, yahudiliğe ve müslümanlığa yabancıdır. Ömer Uluç tarafından resmedilen evren tam olarak düşmüş değil (Rönesans'taki büyük İtalyanların cehennem görüntülerinde, Tintoretto`da, Titien`de, ya da daha sonra Rubens`te, Delacroix`da olduğu gibi... ) ,askıda kalmıştır, renkli bir askıda, parıltılı ve korkunç. Eski Ahid`in başarısızlık (ratage) dünyasına aitse, cinsel ayrım ve onun kaçınılmaz yoldaşı ölüm görevini yaptığı içindir. Gerçi, ressamın fırçası yoluyla bahtımıza düşen Yaratılış, oldukça yararlıdır. Buna tanıklık eden, Uluç yen hayvanat bahçesini dolduran pamuksu, yünümsü, sütümsü, tüylümsü, belli belirsiz insan biçimine sahip birer ur, yüzleri patlamış, içeriye doğru açılmış şişik birer kukla olan bebelerin canavarımsılığı, tamamlanmamışlığı. Uluç hümanist eldivenler giymez, ne bu ceninlerin kıçını silmek, ne bir kargaya kılıcını geçirmek, ne bir aslanı par,çalamak, ne bir denizi ve gemilerini renklerle bombalamak için.

Renkler. .. Bunların muhteşem zaptedilmiş sıçrayışları karşısında, ressamın onları dışarıya atma biçimini tahayyül ediyoruz: hem yumuşak hem şiddetli bir biçim, bileğin, dirseğin, omuzun, bütün bedenin yaylım ateşi (action painting: ama çalımsız), tualin ya da kağıdın aşırı derecede hızlı süpürülüşü, canlının ve cansızın kavis, kıvrım, büklüm haline dönüştürülmesi, katlanıp açılması ... Evreni ve kendini tek bir atılımda harcama, bir içkinlik (immanence) banyosuna girme biçimi ki, bu, ressamı henim gözümde (bir plastikçi ile bir yazarı karşılaştırmak ne kadar mümkünse) Georges Bataille`a en yakın çağdaş sanatçılardan biri kılmaktadır. Daha önce Lascaux mağaralarından söz etmem rastlantı değil. Bilinir ki Bataille onları en iyi yorumlaym kişi olmuştur.

Bataille: "Mümkün olanı onu sevenlere bırak". Sanatçı: bir mümkünsüzün, yani mümkünler sonsuzluğunun işçisi. Bu anlamda, sanatçı, Volkanın altında`ki "herşeyi gördüğü, herşeyi anımsadığı için herşeyi unutan" sarhoş kahramana yakındır; falcıya ve peygambere yakındır, ve de yüzüne gerçekliğin tümünü yiyip bunun nedenini sormayan budalaya yakındır. Gerçekliğin çok dayanılır hafifliği, tam da, nedensiz oluşundan, bir başka yeri olmayışından, tek yanlılığından, temel imgelere, platoncu arketiplere, özlere, spekülatif evrenin ve Batılı felsefi gözbağcılığının bütün ürünlerine: Us, Düşünce, Tin, Anlam, Varlık... göndermesiz oluşundandır.

Varlık, Var Olan, o koca, iyice ağır Dasein... Lascaux adamlarının, Vermeer`in, Chardin`in, Seurat`nin, bugün Uluç'un yaşadığı ve resmettiği haliyle gerçekliğin çok dayanılır hafifliği`nin karşısına, Batı sanatının topçuları çoğu zaman varlığın çok dayanılmaz ağırlığını çıkarttılar. Céline sık sık tekrarlardı: "İnsanlar ağırlar, ağırlar..." Gerçeklikten ya da Varlık`tan tanrılar yaptılar. İmgelere taptılar, sefil Altın Danaların burnunu ve kıçını becerdiler. Çok çabuk, ortaya kutsal çıktı ve esaslı tahribatlara yol açtı (son Rüşdi olayı aslında bunların trajikomik dönüşümlerinden sadece biridir). Tercüme edelim: sanatçılar ağırlık ruhuna uyrukluk ettiler, ressamlar garip tapınma ohjeleri önünde çömeldiler: bir Tanrı, bir Tanrıça, bir Anne, Kadın, Ölüm, Renk Biçim, Simge, Fırça Vuruşu, Açık Hava, Seks, Bir Yapılış, Öz İmgeleri, Ritm, Işık, Işık-Gölge Dağılımı, Mekan-Zaman, Beyaz Fon üzerine Bir Beyaz Kare, bir Campbell Çorha Kutusu, Bir Çöp Tenekesi, Bir Çişlik, Bugün, Gibimsiler (les Simulacres), Benzer (Le Semblant) ve bütün o yarı tanrılar, yaşayan ve felsefe yapan: Baudrillard, Deleuze, Foucault, Dereida ... Gerçekliği tumturaklaştırdılar düşünceyi ahlaklaştırdılar, sanatı akademikleştirdiler. "Ağırlar, ağırlar... "Nietzsche olsa şôyle derdi: dansetmesini bilmiyorlar...

Ömer Uluç bütün resimsel geleneklerin: bizans resmi, ikonlar, eski rus sanatı, şark sanatı, osmanlı geleneği... kesiştiği, çatıştığı, birbirini tamamladığı, zenginleştirdiği o yerde doğma şansına sahip oldu... Figürasyon ve soyutlama (imge ve işaret) sorunu, Bizans`ı iki yüzyıl boyunca yangına veren ikonoklast (tasvir düşmanı) çatışma sırasında kendini ortaya (ne sertlikle!) koymuştu. Ömer Uluç Afrika ve ABD'de gezdi ve yaşadı. Primitif denen sanatlarla beslendi ve soyut dışavurumculukla karşılaştı. Ama büyük Amerikalılardan -Newman, Pollock, Kline, Rothko, De Kooning... farklı olarak, Ömer Uluç, kendisine, "radikal" icatları, jestüel soyutçuların "ihtilalci" çözümlerini mutlak görmeme, ölümcül bir avangardist mantığın tuzağına düşmeme imkanı veren bir kültürel background`a sahip. Onun için, eski kültür kaynakçılarının ağırlığı altında belini bükmek, geleneklerin ardına siperlenmek söz konusu değil tabii; aynı zamanda, öteberisini uluslararası sanat pazarından tedarik etmek de söz konusu değil. Ömer Uluç, yerinde olarak hatırlatıyor ki "resim yapmak, risk almaktır", tekilliğini ileri sürmektir ve onu görünür kılmaktır. Bu noktadan sonra, herkes kendi kurallarını kat etsin. Yalnızlık ve gerçeklik riskiyle, resim...

Bugün, Ömer Uluç aramaya, icat etmeye, eski tuallerinin formlarını kullanarak yeni kodlar düzenlemeye devam ediyor. Kolaj çalışıyor: boyuyor, kesiyor, monte ediyor, bir daha boyuyor. Geçmiş figürleri toplayıp onları bir nevi geniş albümler olan yeni tabloları üzerinde sınıflandırıyor. Bunlar bir bakıma aile albümleri, ama geniş bir aile, madem oraya bir Hitit`li yeğenin, bir Mısır`lı kuzenin, bir Bizans`lı dayının, bir Osmanlı atanın, ya da doğrudan televizyon serisinden çıkmış bir kardeşin yerleştiğini görüyoruz ... her kolaj bir fılm senaryosu oluşturuyor, sinemadan ödünç alınan bir tekniğe göre, ama zamansal gelişmesi, her tabloya müthiş gerilim veren bir yer birliğine indirgeniyor. Aynı zamanda, tualin yüzeyi karmaşıklaştıkça hava alıyor. Ömer Uluç için yeni bir serüven başlıyor, fiziksel, zihinsel, estetik, entellektüel. Gerçeklik tükenmezdir, resim de. Uluç bunu biliyor. Bu bilgi büyük sevinç veriyor ona, yaratırken. Tablolarının karşısındayken bu sevinç hemen bize de geçmekte. Neşe bazen yürek parçalayıcı, boşaitıcı mı? Eğer gerçek neyse, her zaman öyledir. İşte Dibe İnen Kadın (1987), Dört Ayak Üstünde Kadın ve Devrilen Erkekler (1987), Büyücü, Canavar ve Ressam (1987), Peyzaj Parçaları Arasında Killing( 1988) ile yüzleşiyoruz ... Ağırlıkları terkedelim. "Gerçeklik imkansız olandır" diyordu Lacan; ressam onu buraya, gözümüzün önüne, erişebileceğimiz yere koyuyor, yüreklilik göstermek yeterli... Rimbaud vari "hakiki hayat`ın bedeli budur. Hakiki hayat, Ömer Uluç'un resminin riskiyle ...

Jacques Henric






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi