sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Ömer Uluç






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Sergiler    Metinler    Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay   
Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay    Özgeçmiş   


Ömer Uluç ya da Sınırların Aşılması - Catherine Francblin

Ömer Uluç ya da Sınırların Aşılması

Zemin çok açık pembe, bol ışıklı. Tek düze değil; kağıdın üzerindeki bu uçuk pembeyle beyazı taşıyan resmin derinliklerine işlemiş fırça ya da kumaş parçası, leke leke bulutlu bir gökyüzü gibi tualin yüzeyini "köpürten" eğrilerin büyük zigzaglar çizdiği renk yollarında iz bırakmış. Bu tabloda iki figür dikkati çekiyor. Biri, mavi. Bir insanı çağrıştırıyor, ne bacakları ne de kolları görülse bile. Diğeri kırmızı. Hemen hemen bordo, bir köpek siluetini anımsatıyor, bu kÖpek bugüne kadar hiç varolmasa da. Daha ilk yaklaşımda, tanıdık sandığımız aynı anda benzemez olarak karşımıza çıkıyor.Uluç`un bütün resimlerinde olduğu gibi burada da her türlü natüralizmden uzaktayız. Daha çok, varlıkların olduğundan başka türlü gösterildiği büyüleyici ve acımasız bir sergilemenin, varlıkların biçimlerinin değişime uğratılarak bozulduğu görünümün karşısındayız.
Uluç, bu tabloyu 1989-90 yıllarında, 1983`den beri yaşadığı Paris`te yaptı. Ondan önce Londra ve Lahey'de, daha önce de Amerika Birleşik Devletleri`nin değişik kentlerinde, zaman içinde daha yakına gelindiğinde ise Afrika'da yaşadı. Kısacası, 1953'te sonraları tekrar tekrar dönmekten vazgeçmediği İstanbul`dan ilk ayrıldığı günden beri Uluç ülkeler arasında, sınırlar aşarak yaşıyor. Ömer Uluç`un hayatının ta kendisini oluşturan bu bir yerden, bir durum ya da koşuldan kopuşu onun resminde de, resminde elde etmeye çalıştığı sürekli devinimde de, yeniden bulunuyoruz... Askıda gibi duran formlarında ve kasırga gibi dönen figürlerinde bunu okuyoruz; kimi kez çok yüksekte yolculuk ederken karşılaşılan bulutların aydınlığına sahip pembe zeminli tabloda bunu anlıyoruz.

Sanatçı, en küçük çizgide, en hafif fırça darbesinde bile her zaman kendi öyküsünü anlatan kişi değilmidir? Bir genç kızın ya da kralın portresini bile, kendi yaşam öyküsünün çok önemli bir bölümünü açarcasına yapmaz mı? İşte Uluç, sanatına hayat deneyini en keskin gün ışığı altında, yani anlatmacılıktan kurtulmuş alarak sokan yaratıcılar soyundadır. Ancak, bunun için ne yollar katetmiş olmak, yaşanmış hayattan boyaya kazınmış hayata geçmek için ne dar bir koridordan geçmek gerekir! Uluç, istediği kadar, dünyanın en basit işiymiş gibi, mekanik çalışma biçiminin hangi şartlarda başladığını açıklasın "belki bir batıl inançla, özel hayatımdaki felaketleri kovalamak için büyük bir karalama arzusu duyuyordum" biz biliyoruz ki hayatın acılarından kalkıp onların doğurduğu umutsuzluğun teselli edici ifadesine giden yol, karanlık ve belirsizdir. O dönem, altmışlı yılların ortalarında, Uluç, kendisine "özel hayatının felakelerini kovalama" imkanı veren bu düzenli hareketi bir daha bırakmayacağını herhalde sezinlemiyordu. Ona kalırsa, sadece epey ağır bir durumdan kaçıyor, tutsaklık duygusuna bir çıkış yolu arıyordu. Oysa, 20 yıl sonra, Uluç'un resminde hala, duraganlığı tanımaz bir süreki girdap hareketi var. Aslında herşey, Ömer Uluç sınırsızlığa bir çıkış küksü elde edebilmek için sınırları aşmayı, kaçmayı hiç elden bırakmamış gibidir.
Kadın ve Köpek`te o pembe zeminden çıkan mavi siluetin de böylece, ressamın o renkli zemindeki malzemeye dönüşümünü temsil ettiği söylenebilir. Bu bir tür, ressamın uçuş halinde oportresi, Ömer Uluç'un kendini uzayda görüşüdür.

Bu tip değişim süreci içindeki kişiler, ressamın ikonografisinin karakteristik bir imgesidir. İster çocuk olsun, ister cenin, kadın ya da robot, hemen her tabloda rahatsızca tualin merkezinde durur, ya da kendi türlerinden diğer garip mahluklarla çiftleşir, bu sahnelerde belirsiz doğasını, yarı hayvan yarı insan acaip bedenini sergiler. Bu imge pek çok anlamlar içerir. Bize bu kişinin ardından ressamın kendini gösterdiğini iddia ettiğimde, o çeşitli anlamları özetlememe imkan veren bir nevi kestirmeye başvurmuş oluyorum: ressam sözcüğüne. Ama böyle bir sonuca, o garip embriyonları inceleyerek varıyorum. Ademoğullarına, arslanlara ya da kuşa benzesinler, ancak onları inceleyerek ressamın kişiliğini saptama şansını elde edebiliriz. Ressamın tekilliği onların tekilliğinden gelir ve diğer taraftan, onların sıfatlarıda arzusunu ve mümkün olduğunca kaderini öğrenmeye çalıştığımız esrarengiz figüre uygulanabilir.

Şimdi, eski Meksika'nın kutsal terra cota heykelciklerine benzeyen bu şişirme bebeklere bakalım. Eğer insanın belirleyici özelliği dikey duruşuysa, bu figürlerin insan olmadığı kesindir. Ne elleri ne ayakları, kimi kez ne kolları, ne de bacakları olan bu bebekler böylece özerk olmanın en temel koşulundan yoksundur, bir dış güç tarafından itilmedikçe yer değiştirmezler. Gene de, onlardaki yürüme olanaksızlığına karşın mekan içinde durağan yaratıklar değillerdir. Tersine yuvarlak olmaları hemen gezinme yeteneklerinin bir işareti olarak yorumlanabilir ve dolayısıyla, balon gibi yuvarlanabilen bir nesnenin doğası gereği sonsuza kadar yuvarlanacakları düşüncesini uyandırırlar. Öte yandan resmin kendi yapılışındaki bir sarkacın gel-gitinin tutturuş ve kesinliğine benzeyen bir itici motor enerjisİnden doğarlar, esnek bir et ve değişken renklerden oluşmuş izlenimini verirler. İstenildiğince hareketli ve biçimlendirilebilir, içine karıştıkları akışkan ve yumuşak resim kadar zor kavranan, yine bu resmin kendisi gibi, heran resim malzemesine dönüşebilecek, ve böylece salt ve şekilsiz maddenin içinde yitecek duygusu uyandırırlar. Aynı zamanda, bu dönüşme noktasının bu 'hiç'liğin, "olmakla olmamak arasında" ki gidip gelmelerin onlara yaşam verdiğini biliriz. Zaten, bu yanlarıyla ressamı bizim önümüze çıktığı gibi yani uğraşısıyla özdeşleşmiş şekilde temsil ederler. Her gün resmiyle güreşirken aldığı şekille, yarı figür yarı karışım olarak. Bunlar imajla insanın birbirlerine dönüşme sürecinin melez figürleridir. Ressamın şekille şekilsizlik arasındaki yolculuğunda rastladığı bu figürler, bu iki durumun arasındaki şekilsiz, devingen, belirmekle gözden yitme arasında asılıp kalmış yaratıklardır.

Bu tablodan Ömer Uluç hakkında öğrendiğimiz, onun nasıl çalıştığıdır. Resmi, gereçlerini v.b. nasıl kullandığı değil, her defasında değişik olan tuallerini onlara hep aynı hareketlerle başladığında hangi zihinsel durumda oluşudur. Uluç'un tuallerinin tanıklık ettiği "görünür"dür, durağan olmayan bir dünyadır. Bu, yapıtın devamlı hazırlanmakta ve olgunlaştırılmakta olduğu, kolay kolay ortaya çıkmayan, aynı anda yaratan ve yıkan zamanın sürekli baskısının altında yaşayan dünyadır. Eğer "figürün durdurulmuş bir süreç" olduğu doğruysa, Uluç'un resmi tamamen figüratif olarak nitelenemez. Olsa olsa burada mekan tutan yarı canavarlar gibi melez olduğu söylenebilir. Sanatçı, 1973 ile 1977 arasında Afrika'da, soyut ile figürasyon arasında uçurumlar görmeyen bir kültürde yaşadığından bu yana "figüratif" terimini zaten kabul etmez Orada bütün bunların aslında akademik kategoriler olduğunu ve özgürlüğü için bir tehlike oluşturduklarını farketmiştir.

Afrika dönemi Ömer Uluç için tartışmasız belirleyici olmuştur. Resminin modernliğinde kesin bir rol oynamış, bir İstanbul`lu olarak ona miras kalan eski ikonoklazm tartışmasını gözünde geçersiz kılmıştır. Üstelik bu sorunsalı aşmak, yüzyılın başındaki Avrupalı ressamlar için olduğu gibi ağır entektüel bir dava olmamıştır. Bu Uluç`u, temsili olmayana ait, atalardan kalma bir tür suçluluktan kurtarmış, kendisinde derin bir değişiklik yaratmıştır. Aslında, hıristiyanlığın kutsal resimlerine karşı en büyük şiddetin gösterildiği tarihsel yer, Eski Bizans İmparatorluğu`nun bugünkü mekanında, imajların üstünden atlamayı düşünen genç bir ressamın içindeki endişeyi bir düşünmeliyiz. Böyle bir bağlamda, imaja yöneltilmiş olumsuz her tavır bir suç gibi yaşanabilir. Uluç, Türkiye dışında, Nijerya'da figürlerin deformasyonu ve mimetik olmayan soyut işaretlerin statüsüne geçişi üzerine farklı denemeler yaptı. Gençliğinde "soyutla figüratif arasındaki dar köprüden geçme"nin biçimlerini aramıştı, sonraları "seçim"in hristiyan ya da Osmanlı sanatçı, duran figür ya da devingen benzeme, saygı ya da suç arasında olmadığını anladı.Sanat`ın birşeylere kıymaktan vazgeçmeyeceğini ve bundan böyle resim yapmanın, Ayasofya`yı gezmiş olan kendisine kendi deyimiyle ona herşeyi açıklayan "Tanrı'yla Şeytan", yani gerçekliğin iki yamacı olan varlıkla hiçlik arasındaki gidip gelmeler olduğunu anladı.
Uluç'un Afrika sanatını yerinde görüp anlayışı, kendisi üzerinde, Primitif sanatın modern sanat ölçülerinin üzerinde oynadığı rolün aynısını oynamasına neden olmuştur. Kuşkusuz Picasso, Giacometti, ya da Ernst, duyumsal algılama üzerine kurulu kendi geleneklerinin sınırlarından çıkmak için Siyahların sanatının batı`da moda olmasını beklememişlerdir. Bilindiği gibi, primitif objeler resim sanatına yeni bir yön vermekten çok, daha önce başlamış olan bir evrimi ve bu evrimin ressamlarının önsezilerini doğrulamıştır. Ömer Uluç`un resim eğitimini 1950`li yıllarda, yalnız İstanbul değil ABD`de de yapması, Batılı ressamlar gibi, kabile objelerinin biçimsel sorunlara yaklaşımda oynayacakları yardımcı rolü, bu objelerle karşı karşıya gelmeyi beklemeden, daha önceden anlamasına olanak tanıdı. Bunun nedeni, en azından modern resmin - yüzyılın başında Avrupalıların ve savaştan sonra da Amerika`lıların resimlerinin ona yabancı olmamasıdır. Afrika sanatı o anda, onun için bir keşif bir ilk görüş değildi. Ancak özel bir deneme, bütün estetik ve psikolojik zincirlerini kırmak arzusuyla başka göklere uçmaya başladığından beri arzu ettiği açılımın, beyninde tak edip harekete geçtiği an olmuştur.

Uluç`un sanatı, 20. yüzyıl resim sanatının egemenliğini borçlu olduğu kavramların çoğunu içinde barındırır. En başta, gösterme konusunda, göstermenin verilerine karşı aldığı özgürlük. Demin de söylediğim gibi, desenin tiranlığına başkaldıran, yarı-insan, yarı-hayvan figürleri tek birşeye benzemez. Gotik çağdan postempresyonizmin sonuna kadarki resmin geleneğinde, desen herzaman modele benzemenin garantisini vermiş, "doğa yasalarının" savunueusli olmuştur. Oysa bu yasaları Uluç sevinçle çiğnemektedir. Dünyadan çok düşlerini gösteren, dünyayı ise görüldüğü gibi değil hissedilebileceği biçimde resmeden Uluç, aynanın öbür yüzündeki örtüyü kaldırıp bizi iğrenç yansımamızla yüzyüze getirir.
Gerçeğin kalmış yüzünü kaplayan karıştırılarak ortaya çıkarılmış yaratıklar, aslında klasik betimlemenin bütün kurallarını çiğnerler. Ne doğal arantı kurallarına (bedenler bazen kafalardan daha iridir, başlar cehennemin lanetli ruhları gibi gezinirler), ne natüralist renklere (yeşil bebekler v.b.), ne de en önemlisi, görünenin mekansal ve zamansal mantığına uyarlar. Bütün kavramını kırmak için kullanılan kolaj sistemi resmin iç dinamiğini arttırarak, onun figüratif koddan kopuşunu derinleştirir. Şimdi, Afrika kraliçeleri zamanındaki gibi tek bir kişi yoktur tualde:
"Ben kimim?" der gibi bakan o kuşku içinde kişilerden biri yoktur. Kedi derken kadın olan 80'lerin başındaki değişim içindeki kuş: maymunlardan biri değildir. üç, dört, beş, sekiz, kim olduğunu hepbir ağızdan bize kafa tutarak küstahca soran, kendini çözümleyememiş kararsız kişilerin hepsi birden vardır.
Kübistlerde kolajın amacı tuale daha fazla gerçeklik kazandırmaktı. Uluç`un yaklaşımı daha değişik, ama o da daha büyük bir gerçeklik aramakta. Metodu, ilk önce herhangi bir senaryo ya da kompozisyon aramadan bir dizi resmi ardarda yapmak; sonra, ikinci bir etapta, tualin üzerinde bu motifleri bir puzzle'in parçaları gibi dağıtarak koymaktan oluşur. Ama bu öyle bir yerleştirmedir ki, bu birbirinden değişik parçalar sonunda, sanatçı görmeksizin biraraya gelip dialog kurmaya başlarlar. Bu metodun iki özelliği var. Birincisi, bu "kuyruk-kuyruğa" eklenen motiflerin Uluç`a, tiyatrosunun kişilerinden birinden diğerine çok çabuk geçmesine olanak kazandırması. Atları yaparken, yapmanın hızıyla sürüklenen dört ayaklı hayvanların kuşlara dönüştüğünü, kuşların kedilere kedilerin bebeklere dönüştüğünü farkeder. Başka bir değişle, bu motifleri ait oldukları mekandan bağımsız biraraya getirmek, hareketin anlatım gücünü ortaya çıkararak, figürlerin kesintisiz değişim süreçlerini hızlandırır. İkinci olarak, dağınık ve birbirine yabancı öğelerin toplanması, ilk resmedikleri yer ve zaman dışında bir durumda biraraya getirilmeleri, zaman ve mekana yeni bir yaklaşım getirir. Uluç`un kolajla kurduğu tablolarında, çeşitli ve farklı boyutlarda birçok figürü yanyana getirdiğinde, ne dekor-ne zemin, hiç birşey, bir uyum kurabilir, onlarda bağımsızdır.Sanatçının doğadışı stratejisine hizmet eden, eski küçük öykülerden, doğduğu yerlerden kalkıp ayaklanmış motiflerin, birbirleriyle karşı karşıya gelince tabloyu canlı etkili bir sahne haline getirişi, belleğe benzer. Değişik dönemlerden kalma izler burada rastlaşır, buluşurlar ve Uluç biraz sanki 1970'lerin ilk sütveren yuvarlaklarına, Paris 'Exelmans Bulvarının köpeklerine dek, belki dönüşümlerin hızlanmasından gittikçe daha sık ortaya çıkan ölü kafalarından geçerek bütün dünyasının defilesini yapıyara benzer. Demek ki, Uluç zamanın sınırlarınıda deniyor, sorguya tabii tutuyor. Figürasyonla nonfigürasyonun sınırlarını aştığı, insan temsilinden hayvan temsiline geçtiği ve de oradan da hiç temsil etmemeye varışı zaman içinde pasaportsuz dolaşımına benziyor. Geçmişin parçalarıyla gelecek üzerine görkemli bir söz bırakacaktır, "eğer herşey hiçlikten doğar ve sonsuza değin değişirse, sonunda yine hiçliğe geri döner" diyen söz yaşadığımız anı melankoliye bayar. "Vanites" (beyhudeler) gibi bu yapıtlar insanı, hayatın acılarından ayrılıp ruhunu değişimin sonsuz gösterisiyle doldurmaya çağırıyor.

Mantıksal düşünce kesin bir biçimde yaşamın ölümden ayrı olduğunu söyler, erkeğin kadından, insanın hayvandan, gecenin gündüzden olduğu gibi. Kültürümüzün soluklaşmış armasına can vermesi için 20. yüzyılın yaratıcılarının kullandıkları objelerin altında yatan düşünce sistemlerinin durumu, bu mantıksal düşünce değil. Bu sistemlerde öbürünün aksine, birbirine zıt iki terimin ortak yanı, aralarındaki zıt yandan daha önemli sayılır. Levi-Strauss, mit, hayvanlarla insanların iletişim kurduklarının var sayıldığı insanlık çağıdır diye yazmıştır. Uluç, yavaş yavaş bu alışveriş ve iletişim kavramını Batı akılcılığının sıkı dokusuna aşılamaktadır. Bunu yaparken, zihinsel dünyamıza, o öyle sık dolaştığı dünyanın boyutlarını kazandırmaktadır.

Catherine Francblin






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi