sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Ömer Uluç






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Sergiler    Metinler    Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay   
Metin_detay    Metin_detay    Metin_detay    Özgeçmiş   


Kendi Sözleri İle Ömer Uluç - Heves Kuşu Durmaz Döner, Ömer Uluç, Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2005

Kendi Sözleri İle Ömer Uluç
"Londra'da bir gün altmışlı yıllarda, o günün sanatı ile karşılaştığımda, yaptığım işlerde soyutun jestüel, romantik, lekeci olduğunu düşündüm ve ciddi bir depresyondu bu benim için, "ben ne yapıyorum!" diye. Bir otelde, kocaman kağıtlara kendi adımı yazmaya başladım, "O". Yuvarlak form yavaş yavaş bir desene, bir harekete, bir olaya dönüştü. Bir an her şey silindi. Sonra baktığımda orada yaptığım iş, resmimdeki uçuşan formların artık sıkışması ve boğumlar halinde ifade edilmesiydi. "O" bir kopuş olayı idi. Demek istiyorum ki bu yaşadığım kesin bir andı benim sanatımın oluşmasında.

Resmimdeki hareketin nereden geldiğini hep düşünürdüm. Londra'da kendi imzama, "O" harfine sığındığımı ve "O" harfini tekrarlamaya başladığımı anlatmıştım. Bu hareketle bir şeyler anlatabileceğimi, bunun bir buluşma olduğunu hissetmiştim. Ama sonradan nedenini aradım. Hareket boyaya döndüğü zaman, bana neredeyse kozmosun parçası gibi gelen o büyük tuvallerin dilsizliği, sağırlığı içinde ortaya çıktıkları zaman, bu sağınımlar neredeyse kozmostaki sağınımlardı. Hareket onlardan geliyordu. Galaksilerdeki durmadan hareket eden, kendi etraflarında dönen, birbirlerinin etrafında dönen planetler ve yıldızlar, bunlar neyi anlatıyor? Neyi çiziyorlar? Belki birtakım varlıkları çiziyorlar eninde sonunda, sarmalların yoğunlaşmasıyla, sarmalların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan figürler. Kozmos, o boşluk ve oradaki hareketlerle çizilmiş varlıklar, yaratıklar. Bir tarafta da genetik sarmallar var. Genetiğin sırrı bu sarmallarda. Büyük sarmalların bir mikro yankısı mı bunlar, insandaki sarmallar? Varlığın tüm sırrı burada belki.

… Lucy heykeli. O heykelin yanına başka heykeller de koyuluyor yan yana ve durmadan fotoğrafları çekiliyor. O büyüyor, bir klan oluyor. Sonra o başka resimlerin önüne geliyor. Bazen resim, mekân fonksiyonunu görüyor, heykel canlı varlığın metaforik temsili oluyor. Bazen resimdeki figür, o üç boyutlu iş, o insanın çevresi oluyor. Yani orada, böyle bir kalabalıkta önem verilen parça hangisi? Sonra kalabalığın gittikçe büyümesi, sanki bir hayat oluyor ya da roman veya sinema. Orada hangisinin önde olduğu, hangisinin etrafında senaryonun döndüğü, bir tanesinin diğer birtakım parçaları nasıl alıp götürdüğü… Resimdeki bir figür nasıl bazen başrolde ve odak noktası oluyor. Dolayısıyla sanatın bitme sorunu üzerine tasarılarım var şu sıralarda. Mıknatısla duran küçük objelerin durmadan yeni biçimler yaratması, eklenmesi, çıkartılması… Yani burada benimki psikolojik bir mesaj mı?

Şimdi şunu görüyoruz, Batı düşüncesi yüzyıllardır yarattığı, kabul ettiği, benimsediği kavramların, düşünce sistemlerinin üstünü sıyırıp, kaldırıp attıkça, hep altına bakmaya başlayıp, bunlardan yıkanmaya, kurtulmaya kalktıkça, bence bir anlamda, kim ne derse desin, başka medeniyetlerde varılmış olan kavramlara doğru gidiyor, hiç değilse onlarla barışıyor.

… Ben bilgiden çok sezgilerimle konuşuyorum. İşte bu noktada sanatlar devreye giriyor. Önce şunu söylemeliyim, benim için bu konuda dramatik olan, Türkiye'nin batılılaşma dersleri alması ve sürekli batılılaşma derslerini kendi kendine tekrarlaması, kendini kontrol etmesi, neredeyse bir sansür kurulması. Bu bir birey-toplum çatışması getirdi. Söz konusu toplum, modern bir toplumun yanlış röflesi. Böyle bir durumda önce bireyin ve öznelleşmenin korunması gerekiyordu. Sanatçılar olarak en azından… Ancak bizi bir çeşit mimetizmden, daha doğrusu batıyı sürekli izleyip bir benzerlik aramaktan koruyan öznelliğin de, zamanla monolitik bir yapısı olabileceğini, özneyi fazla kapatacağı, bunun dışına çıkılması ya da zorlanması gerekliliğini biz de sezmeye başladık. Bu bize büyük, yeni bir özgürlük, kuralsızlık ve yeni ya da eski akademik üslupçuluktan kurtuluş getirdi. Bir üsluba can simidi gibi sarılmamak, çıkıp yüzmek gerekiyordu. Risk almak, üslubun dışında akışkanlıkta yüzmek…

İşte bu bir çağdaşlık, gerçekte bir enerji. Yoksa çağdaşlık ne demek? Zaman, o kadar hızlı ki, çağdaş olmayı gerçekten duymaya imkân var mı? Yani biz dün çağdaştık, bugün de çağdaşız ve yarın da çağdaş olacağız. Yalnız ölüler midir çağdaş olmayan?

Bir resim yapma biçiminin fiil dizilerine bağlanması 1995'te yeni bir gayretti benim için. Döndürmek, dönüştürmek ve başkalaştırmak. Fırçanın tuval üzerinde hareketindeki döndürmeler. Bu döndürmeler bir dönüştürmeye, örneğin bir kuş, kadına dönüşüyor. Bir başkalaştırma, bir metamorfozla, at olarak bitiyor. Bu hızlı oluyor tabii ki, imajlar arka arkaya hızla geliyor; kuş, kadın, at, köpek vb. Sonra silmek, ovmak, çıkartmak. Boyuyorsunuz ve bazı yerlerde silerek ve ovarak bir çıkartma yapıyorsunuz; bir figür çıkıyor. Tırmalamak, kazımak, saklamak grubunda tırmalama ve kazıma ile bir duyguyu, bir şiddeti, bir alt düzlemde kaydediyorsunuz. Parlatmak, alevlendirmek, yakmak; metalik, parlak boyalar, vernikler… Bir başka dizi de kapatmak, göndermek, kaybetmek. İki tarafına çalışılmış saydam tabakaları üst üste kullanmak. Bir de yer değiştirmek, dolanmak ve tehdit etmek. Parçaların tuval dışına çıkması, yer değiştirmesi, bir çeşit dolaşması, neredeyse tuvalin temsil ettiği şeylere bir tehdit oluşturması. Birbirinden farklı yaklaşımlarla ve birtakım fiil dizilerinin çağrışımları yoluyla, birkaç yıl süren bir çalışma oldu. Buradaki farklılaşmalar benim için önemliydi.

Bir figür bulma, figürleri avlama… Gölgedeki, katmanların altındaki, saklanmış, görülmesi çok zor figürleri avlama… Hayvanlar ya da balıklar, kayanın altından, en dibinden, kumun içinden, ağacın bir yerinden, bakıyorsunuz, giriyor, deşiyor ve bir şey, bir av, bir figür çıkarıyor.

Sanat dünyasını yakından tanıyanlar, çok iyi bilirler ki sanat dünyası körlerle doludur. Yani hiçbir şeyi görmezler. Göreni sanıldığından çok azdır; hele duyanı, hele burnu koku alanı, ileride ne olacağını göreni daha da azdır doğrusu. Her işin içine girdiğiniz zaman, o işin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını, mitolojinin payını anlarsınız. Ben bunun hemen her türlü insan gruplaşması, insan faaliyeti için öyle olduğuna eminim. (…)

1967 - 1973 yılları arasında iki bin kadar desen yaptım. Sanki çok bana özel bir karışıklığı düzeltmek istercesine yaptım bunları…

"Bazı desenlerimin adları: "Bir amblem kahramanı", "Geleceği görmek için yükselmek", "Hiçbir şeyi değiştirmeyen karların eriyişiydi", "Heves kuşu durmaz döner", bu Baki'den. "Elma şehirlerinin prensiydim". Bu Dylan Thomas. Sonra babamın Çanakkale'de öğrendiği bir şarkı, "Yes we have no bananas, we have no bananas today", "Fella'nın gece kulübünde", "Topkapı sarayından geleceğe bakış", "O.V.'nin çukurdan yükselişi. Orhan Veli'nin düşüp kaldığı çukur", "Bana ait olmayan her şey"…

"Kozmik düşünceler içinde 1971", "Beyoğlu Caddesi'nden geçiş, 1973", "Umut Burnu'ndan dolaşarak", "Eteklerin açılması", "1971 yılında üzüntü uçuşu", "V.K.'nın uzaydaki manyetik gezintisi", "Uzaklaşan bir ay peşinde", "Atlantik'ten düşmeden dönüş". Otobiyografik aslında çoğu.

Halat, benim gemicilik özlemimden kalan tek şey. Heykel yapmama da o neden oldu. Bir tanesi Lucy, Doğu Afrika'da, çukurda 2,5 milyon yıl öncesine ait kalıntı bir kadın. Boyunun 1.30 m. olduğu tahmin ediliyor. Onu Fransız antropolog Yves Coppelin buluyor. O sırada Beatles'in "Lucy in the Sky" şarkısı çok meşhur. Lucy koyuyorlar kadının adını.(…) İki kutu, 140 cm. yükseklikte ve 85x85 cm. tabanlı, üstleri açık ve Lucy bir kenarında tünemiş, George o mavi pleksi kutunun içinde. George aslında ünlü bir kaplumbağa, Galapagos adasında, tükenen bir türün son temsilcisi. Bu uzun boyunlu mahlukun adı "Lonely George", "Yalnız Corc". George ile Lucy ebedi iki âşık olarak, birisi 2,5 milyon yaşında, öbürü de yeryüzündeki en tekil varlık, bir kutunun içindeler.(…)

Epoksiden aldığımız dokular ve bunların yoğunluk farklılığı, düz bir boyamaya iyice engel oluyor. Onun kanunlarına uyarak gidiyorsunuz. Uzayda, nasıl ışık yoğunluklara bağlı olarak kurplardan gidiyorsa, düz gitmiyor, düz bir çizgi çizmiyorsa, bu dokuda da boyanın sürülüşü özel. Bazı tepecikler, yuvarlaklar oluşuyor ve siz kurpdan aşağı yuvarlanıyorsunuz. Sonuçta düz olmayan biçimler çıkıyor, onu siz kendiniz yapmıyorsunuz, o biçimi ortaya çıkmış doku ve yoğunluk yapıyor. Bu jeodezik bir yol. Jeodezik, yani uzayda kurplar arasında en kısa yol.

Paulo Colombo 1999'da İstanbul'a gelmişti. O bienalde küratör.(…) Paolo beni Paris'ten tanıyormuş. O sırada galeri Montenay'da büyük sergiler yapıyordum. Burada yapmakta olduğum işleri gördü. Bana bienalde 4.0x8.0 m.lik karşılıklı iki duvar, toplam 64 metrekare, bienalin en büyük mekânını verdi. Bu işleri yaparken büyük İzmit faciası, İzmit, İstanbul depremleri oldu. Dolmabahçe'de serginin yapılacağı bina dolgu toprak üstüneydi. Paolo'ya da Galata Kulesi'ne yakın, deniz gören bir kat vermişlerdi. Paolo enteresan bir adam, Akdenizli, İtalyan. Yunanistan'da uzun boylu yaşamış ve Dalgas'ın plaklarını çalıyor. Bir Rum şarkıcı var asrın başında… Dalgas, Rumca 'tutku' demekmiş. (…) Bu şehre hemen her zaman duyulabilecek tutkuya işaret ediyor bu adam, bienalle. Bence kavram olarak olağanüstü, kişisel. Ayrıca ilk pluralist bienallerden biriydi. Her türlü görsel ifade vardı, resim, heykel, video, suluboya, kolaj, fotoğraf, enstalasyon vb. Bu nedenle bağnazlar sevmediler, çoğunluğu karşıydı. Acıklı olan, dışarıdaki büyük çekişmelerin buradaki kısıtlı ve küçük çevreyi de iyice etkilemesiydi.

(…) Ben en çok gözleri ortaya çıkartmak istedim. Oradan bize doğru bir şey geliyor ve canlanma oluyor. Büyük bir karşılaşma, bakışma ve buluşmalar ağı kuruluyor. (…) Nesnelerin gözlerinin nerede olabileceğini kestirmek. İşin inceliği burada. Herhangi bir yüzeyde herhangi bir leke, doğru bir dokunuşla canlanmış oluyor. Ve burada gerçekle imgesel arasında geçen büyük oyunu görüyoruz. Gerçeğin bir parçası olan leke, bir dokunuşta bir figür imge oluyor. Dolayısıyla karmaşanın da gözleri var diyorum. Karmaşadan alınan çıktıların da. Sonuçta ben de o karmaşadan çıktım diyorum.

Batı, daha da Batı, Doğu, daha da Doğu ve bizim gibi aralıktakiler… Bugünkü insan topluluklarının hareketleri, yürüyen kırkayaklar, sürüngenler gibi; yavaşlar, mesafe alıyorlar. Biz de onların arasındayız, bu mesafeleri görmeyiz. Ancak duyuyoruz, zaman yürüyor her yerde, içimizde. Kırkayak ve ahtapot… Bu bir korku kaynağı, bir kâbus. Kâbusların sözleri vardır, ağızlarını açıp kapatırlar ve ama ne dedikleri anlaşılmaz. Ancak tahminler olabilir. Bunun bir sanatı olabilir mi? Yaratma ya da buluş bu arkadan gelenin karşısında bir sığınak arama mı? Dolayısıyla bilinmeyene doğru gidiş sonunda bir optik, bir kaçma gibi mi gözüküyor? Buluşlar kaçış noktaları mı? Buluş yapmak tutkusu nereden geliyor? Sorun nedir benim için? Sayıklamak, kelimeleri arka arkaya getirmek, yığmak. Bu resimlerin, heykellerin ve çeşitli görsel nesnelerin bir araya gelmesi gibi, onların toplanması, yapılması… umarım burada belli uğraklar, momentumlar oluşur. Aralarında yeniden gruplaşmalar olur, yeni bir kurgu ve yeni bir mesaj çıkar ve onlar öylece işaretlenir." (*)


(*) "Heves Kuşu Durmaz Döner", Ömer Uluç, Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2005






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi