sergirehberi.com


SERGİ         SANATÇI         MEKAN
Tüm Sanatçılar Güncel Sergisi Olan Sanatçılar


Mustafa Pancar






SergiRehberi Arşivinden:
Güncel Sergi    Gelecek Sergi    Geçmiş Sergiler    Görseller

Kişisel Sergiler    Karma Sergiler    Ödüller    Metinler    Metin_detay   
Özgeçmiş   


Mustafa Pancar’ın Resimleri Üzerine - Emre Zeytinoğlu

Mustafa Pancar’ın Resimleri Üzerine - Emre Zeytinoğlu
Mustafa Pancar uzun bir süredir, gerek Hafriyat grubunun bir üyesi olarak katıldığı sergilerde, gerekse kişisel etkinliklerinde belki de 20. Yüzyıldaki “sanat tartışma alanları” arasında en önde gelen konularından birini; “sanatın popülerlik ile ilişkisini” gündeme getiriyor.

Sanatçının resimlerini anlamlandırırken, onun şu cümlesini sürekli anımsamamız gerekiyor: “Sanatın konusu bence sanat olmayan şeylerdir.” Bu yorum geri planda, daha geniş anlamlı bir soruya kapı açmakta ve uzun süreli bir tartışmayı işaret etmektedir: Sanatsal olan nedir? Sanırım bu tartışmalardaki odak noktasının Frankfurt Ekolü olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Modern bireyin endüstrileşme aşamasında maruz kaldığı toplumsal yabancılaşmayla nasıl baş edebileceği, üretimde doğan işbölümü ile elinden kaçırdığı kendi ürününü yeniden nasıl ele geçirebileceği üzerine beliren sorular, Frankfurt Ekolü düşünürlerinin sanata yüklediği “görev”ler ile kesin bir tartışma ortamına oturtulabilmişti. Konuyu kabaca özetlediğimizde; “modern toplum modeli” insanlara, onların yeni yaşamsal gereksinimlerini empoze ediyor ve bu gereksinimlerin dünyasını “toplumsal gerçeklik” olarak öne sürüyordu. “Sermaye” kendi siyasetini meşrulaştırırken ve meşrulaşmış bu gerçekleri topluma empoze ederken, onun eleştirisini (ya da sağlamasını) yapabilecek tek etken, alternatif gerçeklikler ortaya çıkartabilecek bir şey olmalıydı ki; işte bu “şey” sanattı… O, hiçbir zaman toplumun hazır gerçekleriyle hareket etmemeli, özerklik taşımalı (kendine ait bir gerçeklik kurmalı) ve yer aldığı toplumun içinde, “toplumsal ütopyalar” üretmeliydi.

Toplumun kopmayan, ama onun denetiminden kurtulan ve dahası; onu denetlemeğe soyunan bir sanat tanımı, elbette ideal düşünsel boyutu yakalamış gibi görülebilirdi. Oysa biliyoruz ki; böyle bir sürecin en yakın izleyicileri (ve ardından da eleştiricileri) yine Frankfurt Ekolü düşünürleri olmuştur. Merkezini, Walter Benjamin ve Teodor W. Adorno’nun oluşturduğu “üst sanat-popüler sanat” tartışmalarını unutmak olası mıdır? Özerk sanatın kendi kurallarını belirlemeğe başlamasıyla bir “uzmanlık” dalı haline geldiğini, giderek yaşamdan koptuğunu ve bir fetiş nesnesine dönüştüğünü; öte yandan da, “meta” olarak sanat endüstrisinin tam içinde bulunduğunu öne süren Benjamin idi. Ayrıca Benjamin; yalnızca “iç kurallar”ıyla çalışan bir sanat dinamiğinin, sürekli ve sürekli değişen toplum koşullarını sağlıklı biçimde çözümleyemeyeceğini de söylüyor ve yeni bir estetiğin yaratılması gerektiğini savunuyordu. Bu yeni estetik; Adorno’nun şiddetle reddettiği popüler kültürün sanatından ve kitlenin içkin ütopyasından süzülüp çıkacaktı. Adorno bir yandan popülerliğin doğrudan doğruya egemen sisteme tutsak düşme olduğunu iddia ediyorsa da, diğer yandan nesneler anlamlarını tarihsel bağlardan kopartmışlar ve kendilerini, ansızın ve oracıkta kuruluveren anlamlara terketmişlerdi; anlam üretme işi de kitlelerin karmaşıklaşmış zihinlerinin ve onların kültürlerinin denetimine geçmişti. Söz konusu tartışmada ister Benjamin`i, ister Adorno’yu haklı bulalım, böyle bir tartışmayı gündeme sokan toplumsal koşulların varlığını yadsıyamayacağımıza göre, haklılığımızı ( iki durumda da) sonsuz bir güvenle dile getiremeyeceğiz. Bu çok bilinen öyküden bugün çıkartılacak en kolay sonuç; sanatın artık eski kurallarına geri dönemeyeceği, fakat farklı bir düşünceyle de , popüler kültür ürünlerinin (Adorno’nun savı üzere) egemen sisteme teslim olma tehlikesinin devam ettiğidir.

Sergideki yapıtlara yukarda yazılanlar çerçevesinden bakarsak, Mustafa Pancar’ın popüler sanat ile ilgilenmeyi tercih ettiğini ve tüm tehlikelere (ve olası akademik eleştirilere) karşın, onu iyi anlama ve uygulama çabasına giriştiğini görüyoruz. Sanatçının bu çabasını; tarihsel tartışmalar içinde “sempati” duyduğu görüşe yaklaşması gibi görmek yanlış olur. Eğer günümüz toplumunu meydana getiren kültürel farklılıkları, bir kez daha “evrensellik ideolojisi” gerekçesiyle köreltme, düzleştirme ya da sözkonusu farklılıkları bir “büyük ideal”de birleştirme görüşünü terk edeceksek, popüler olana, dinamiğinin çalışma mantığına yakından bakmaktan başka çıkar yol kalmıyor. Tam burada, Mustafa Pancar’ın şu açıklamasına dikkat etmeliyiz: “Popüler kültürün tutucu ya da egemen sisteme yakınlık gösteren yanı, kitlelerin kendilerini ifade edemediği aşamada ortaya çıkar. Örneğin Amsterdam’da belediyeye ait bir televizyon kanalı,yalnızca kentteki farkı grupların kullanabileceği ve o grupların bizzat yayınları düzenleyebilecekleri, yönlendirebilecekleri programlar için olanaklar sağlayabiliyorsa; bu zenginlik, anlamını popüler kültürde buluyor. Sanatçının böyle bir kültür çeşitliliği içinde yer alması, kendisi için son derece elverişli bir hareket alanı sağlar. Sanatın sosyolojik, psikolojik ve felsefi yanını göz ardı edemiyorsak, sanatçının doğrudan toplumsal olan ile ilgilenmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa, Türkiye’de durum farklı. Popüler kültürün ve onun sanatının buradaki kadar ucuz olmadığını düşünüyorum. Bunun nedeni toplumun tüm kesimlerinin, Türkiye’deki popüler kültür içinde kendini ifade edebilecek zenginliğe ulaşamamasıdır. Sanatsal ve kültürel kalitesizliği getiren etken budur.”

Pancar’ın popüler kültür ve onun sanatı üzerine yaptığı yorum, biraz da Fredric Jameson’cı bir tavırla (ki; burada Benjamin, popüler olanın içkin ütopyası bağlamında bir kez daha gündeme gelecektir) toplumsal yaşamın her alanının kültür ağırlıklı olarak ifade edilmesinin zorunluluğunu anlatıyor bize… Ancak bu düşünce, bir başka soruna eğilmemiz gereğini de vurguluyor: Popüler kültürü tanımları arasında sezilebilen bir ara-kesit… Toplumun; homojenleştirilmiş bir ulusal kültür ile, yeni toplum modelinin dönüştürme eylemine maruz kalmış bir alt kültürden ibaret olduğunu öne sürüyorsak, “atomlaşma”ya uğramış bireylerin, kolay yönetilebilir “aptallar” olduğunu düşünebiliriz. Demek ki; burada yukarıdan aşağı doğru dayatılmış soyut bir “kitlesel yapı”dan konu açıyoruz ki; böylece topluma ait hiçbir ipucunu da ele geçiremiyoruz. Yukarda belirtildiği üzere; popüler kültürün,sistemin empozelerine boyun eğme tehlikesi tam burada açığa çıkıyor. Kitle kültürü dediğimiz; daha ilk andan beri homojenleştirilmiş, soyutlaştırılmış ve merkezileştirilmiş bir yapının, sanki topluma ait gerçek bir olguymuşçasına tanımlanması, popüler kültürün ve onun sanatının da aşağılanması için uygun bir gerekçe oluşturuyor. Oysa popüler kültür, kitle kültüründen ayrı olarak; halka ait sınıfsal etnik ve coğrafi farklılıkları içeren ve aynı zaman da bu farklılıkları kullanarak, egemen sisteme direnme yaratan da bir kavramdır. Örneğin Meral Özbek; Türkiye’de arabesk kültür üzerine yaptığı değerli incelemesinde bu ayırma özellikle dikkat çekmiş ve arabeskin, merkezi otorite tarafından yaratılmış bir kontrol aracı ( yani bir kütle kültürü) değil, bir popüler kültür ürünü olduğunu ısrarla açıklamıştır (Bkz. Popüler Kültür / Orhan Gencebay Arabeski, İletişim Yay. 1991). İşte Mustafa Pancar Türkiye’deki popüler kültürden yakınırken (ve onu eleştirirken), onun nasıl farklılıklardan arındırılarak, bir kitle kültürü düzeyine getirildiğine de değinmiş oluyor.

Tüm bu anlatılanlar ile Mustafa Pancar’ın resimleri arasında, son derece ilginç bir ilişki vardır. Resimler; sanki programını daha önceden belirlememiş bir kameramanın, kentte aylakça dolaşırken gelişigüzel çektiği görüntüleri içermektedir: özel bir okulun açılış töreninden, Taksim Meydanı'ndaki insanlara; bir halk otobüsünden, şair Can Yücel ile yapılan bir söyleşi çekimine; internet kahvelerinden, sanatsal gösteri alanlarına, belgesel filmlerden, fotoroman karelerine vs… Kent İstanbul’dur; bu hem konular ile, hem de resimsel dil ile İstanbul imajı arasındaki sezgisel bağlantıdan ayrımsanabilmektedir. Ama önemli olan, görüntülerin hiçbir “mutlak öykü”ye gönderme yapmamasıdır. Yani ressamın zihninde, tüm bu görüntülerden türetilmiş “bütüncül” bir sonuç yoktur. Daha açık bir söyleyiş ile; bu resimlerde kullanılan görüntüler arasında ortak noktalar aramak, ortak noktaları herhangi bir ideolojiye montajlayarak bildik sonuçlara ulaştırmak gibi bir kaygıdan söz edilemez. Salt gözleme dayalı bir görüntü zincirinin anlamı; toplumda aynı anda, fakat farklı biçimlerde gelişen ve süren olayların içeriğine müdahale edilmemesidir. Popüler alanlar; bir yandan egemen sistemin baskısına doğrudan maruz kalma, diğer yandan da buna (kendi yöntemleriyle) karşı koyma eylemleriyle birlikte anılıyorsa, “yöntemleri birbirine benzetme / indirgeme” eylemi bizi “kitle”ye bakış mantığının yapaylığı ile karşı karşıya bırakacaktır. Bu yüzden görüntüleri ve simgeleri, izleyici merkezli bir yoruma açmak onaylanabilir bir yöntem olacaktır.

Sanatçının salt gözleme dayalı bir bakış açısından yola çıkarak, simgeleri nasıl açık uçlu birer görüntüye dönüştürdüğünü vurgulayan en çarpıcı örnek, motosikletli kurye resimleridir. Mustafa Pancar’ın motosikletli kuryeleri resmediş biçimi, ufka doğru uzanan geniş bir perspektif içinde, hayli dinamik hareketler içerir. Burada kuryeler (yollarda tanık olduğumuz gibi) birbirleriyle yarışırcasına gözlerimizin önünden uçup giderler. Mustafa Pancar’a göre; bunlar günümüzün kahramanlarıdır. Atını hasmının üzerine hızla sürmekte olan bir savaşçı gibi görünürler ama, onlar yalnızca “bir şey” taşımaktadırlar. Yani, görüntü ve içerik, aslında ayrı yönlere doğru çekilmektedirler. Eski, soyut kahramanların görüntülerine yakıştırılmış kimlikler, yeni görüntülerine yakıştırılmış kimlikler, yeni görüntülere uygulanmaktadır. O halde öykünün de içeriği değişmekte ve kahraman kavramı ile onun simgesi arasında şüphe götürür bir durum yaratılmaktadır. Kahramanlar, artık büyük ideallerin peşinde koşanlar değil, “bir şey”I istenilen adrese ulaştırmak zorunda olanlardır; hepsi bu… Büyük ideallerin kurtarıcı rolündeki eski, soyut kahramanlarına direnen, yeni kahramanlardır bu resimdeki kuryeler. Şimdiki sıradan kahramanları kullanarak öyküsünü anlatmağa kalkmak ne kadar mümkün olabilir? Güncel koşulları çözümleyebilmek için; gerçekten de, büyük ideallerin (üst-sanat ütopyalarının) sanat olarak onaylamadığı şeylerle ilgilenmekten başka çıkar yol görünmüyor. Mustafa Pancar’ın bu görüşü, giderek (sonraki sergilerinde) farklı uygulamalarla karşımıza çıkmaktadır. Sanatçı son yapıtlarında; bir fotoroman tavrı ile kurguladığı resimlerinde, birbirlerinden hem konu hem de üslup olarak son derece “ilişkisiz” biçimlere yer vermekte ve izleyicinin aynı resim içinde, “istediği köşeye ilgi duyabilme” özgürlüğünü sağlamaktadır. İlginç olan; bu farklı tavırlar içinde “üst-sanat” çözümlemelerine de göndermeler yapması ve onu salt bir biçim halinde, popüler alana çekmeğe çalışmasıdır. Böyle bir yaklaşım bize; Benjamin’in üst-sanat ütopyalarını aslında, iki yön bir anlama dönüştürdüğünün ipuçlarını da vermektedir. Benjamin; Leonardo’nun “uçmak” ütopyasının, sonradan nasıl dizginlerden kurtulduğunu ve onun bir bombardıman uçağına dönüştüğünü söylüyordu. Demek ki; ütopya ancak, güncel bir denetim gücü ile anlam tutarlılığını koruyabilirdi. İşte, Mustafa Pancar’ın resimleri, güncelleştirilmiş (ama pratiğe göre sürekli değişebilir) bir ütopyanın izlerini taşımaktadır.






Serginizi
burada duyurabilirsiniz...

Hizmetlerimiz

sergirehberi@gmail.com







İletişim             Hizmetlerimiz             Gizlilik Politikası             Kullanıcı Sözleşmesi